Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyasal hareke

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ve Katılımcı Demokrasi - Cemal Sarı

 


Geçtiğimiz günlerde, HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın T24’te kaleme aldığı bir yazıda, son zamanlarda sıkça tartışmalara konu olan Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem konusu ele alındı. Yazı, konu üzerine yapılan en nitelikli tartışmayı içeriyordu. Son zamanlarda sıkça, özellikle muhalefet tarafından dile getirilen Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’i dokuz başlıkta ele alan Selahattin Demirtaş, önerdiği sistemin eski statükoya dönüş talebi olmadığını, yeni bir sistem önerisinde bulunduğunu öne sürdü. Demirtaş’ın yazısında vurgu yaptığı biçimiyle, eski statükoya dönüş niteliği taşıyacak olan düzenlemelerin parlamentarizm üzerinde reform niteliği taşıyacağı konusunu özellikle belirtmekte fayda var. Ancak diğer yandan, Demirtaş’ın da metinin içerisinde dile getirdiği biçimde, özellikle statükoyla yaşanan kimi gerilimler bulunmakta. Bu yazıda, Demirtaş’ın önerdiği sistemle, statüko arasındaki gerilimlere, kimi zaman bir reform isteğine dönüşen taleplerine odaklanılacaktır. Aynı zamanda ortaya koyduğu ve siyaset biliminin konusu olan argümanlar, yani olgulardan hareketle belirlenen maddeler siyaset felsefesinin zeminine çekilmekle birlikte tekrardan yorumlanmaya çalışılacaktır.

 

Demirtaş’ın önerdiği Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in ilk maddesini siyasi partiler oluşturmaktadır. Bu öneriden de anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de pek çok kimliği etkileyen bir demokrasi ve insan hakları sorununun bulunmasında temel sebeplerden biri, siyasi partilerin niteliğidir. Siyasi partilerin çeşitli çıkar grupları şeklinde örgütlenmiş olması, parti içerisinde de ortaya çıkan klikler sayesinde ve bu kliklerin güç kazanmasıyla partilerin üzerinde bir hakimiyet kurma yarışına dönüşmektedir. Bundan kaynaklı olarak, siyasi partiler içerisinde hakimiyetini kuran çeşitli çıkar grupları partilerin yönetimlerini ele geçirdikleri gibi, bu eğer bir iktidar partisiyse, çıkar grubunun devlet üzerindeki hakimiyetini de sağlamaktadır. Burada Demirtaş’ın önerisinden yola çıkarak düşüneceksek eğer, siyasi partilerin de demokratikleştirilmesi, halk katılımcılığına açılması gerekmektedir. Yurttaşlığın sadece seçmenliğe indirgendiği bir sistemde, yurttaşlık kimliğinin zamanla silinip, yok olması, haklarını yitirmesi kaçınılmazdır. Böylelikle yurttaşların gerek içeriden, gerekse de dışarıdan denetimi altında bulunacak olan siyasi partiler, mevcut veya kurulacak olan demokratik mekanizmalar sayesinde denetlenebilir hale geldiği gibi, çıkar gruplarının hakimiyetine de son verecektir.


Siyasi partilerin demokrasi zemininden uzaklaşmalarında, Türkiye’de uygulanmaya devam eden %10’luk seçim barajı etkenlerden biridir. Aynı zamanda seçim barajı, demokratik katılımın önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Bu seçim barajı sayesinde, seçimlere katılan partilerin çoğunluğu baraj altında kaldığı gibi, baraj üstüne çıkan partiler ekseninde oluşacak ittifak arayışlarını da teşvik etmektedir. Bu ittifak arayışları, barajı da geçme kaygısıyla, partilerin ilkelerinden taviz vermelerine sebep olmaktadır. Diğer yandan, bu ittifak arayışlarıyla partiler birbirlerinin ekseninde hareket etmeye yönelmektedir. Örneğin, “iktidarı elinde tutmaya çalışan bir parti”, salt temsil çoğunluğuna dayanan parlamenter sistemde, iktidarını kaybetmemek için dönemsel ittifaklara girişerek, bu ittifakların şekillendirdiği siyasetleri benimsediği gibi, siyasi istikrarsızlığa da sebep olmaktadır. Halbuki demokrasinin olduğu bir yerde, iktidar partisinin “iktidarı elinde tutmaya çalışması” başlı başına sorunlu ve vahim bir ifadedir. Ancak Türkiye Tarihi boyunca bunun pek çok örneği üzerine düşünebiliriz.

 

İktidar partisinin iktidarı elinde tutmaya çalışırken başvurduğu en işlevsel araçlardan biri, medya ve ifade özgürlüğü üzerinde kurduğu tahakkümdür. Böylelikle kitleler üzerindeki etkisini daimi kıldığı gibi, yurttaşların gündemlerini belirleyerek kalıcılığını sürdürmektedir. Ancak Demirtaş’ın önerdiği sistemi içeriklendirirken yerinde tespitler yaptığı gibi, muğlak ifadelere de yer verdiği görülmektedir. Örneğin ifade özgürlüğü, liberal değerler çerçevesinde bir hoşgörü anlayışıyla şekillenmektedir. Ancak özellikle Türkiye gibi, yüz yıllık kurucu değerleri akamete uğramadan günümüze kadar gelen bir ülkede, ifade özgürlüğünün kapsamını belirlemekte fayda bulunmaktadır. İfade özgürlüğünün niteliği, kendisini besleyen kaynağa yönelik hoşgörüyle şekillendiği takdirde, günümüzdeki biçimiyle iktidar etrafında gruplanan çeşitli çıkar gruplarının ortaya koyduğu biçimiyle baskı ve şiddet içeren ifadelerin olağan karşılanmasına sebep olabilmektedir. Bu bağlamda, Demirtaş’ın da bir hukukçu olarak, diğer pek çok hukukçu gibi, etik değerlerin anlaşılamaması ve anlatılamaması muğlaklığına düştüğü bir gerçektir. Demirtaş’ın vurgu yaptığı biçimiyle, eğer özgür ve demokratik bir ülkede yaşanılacaksa, bu özgür ve demokratik değerleri yaratacak ve sürdürecek olan devletin niteliğini tartışmaya açmak gerekmektedir. İnsanlar tarafından oluşturulan bir hukuk kurum olarak devlet, yurttaşlarının yönetime katıldığını sağlamakla görevli olduğu gibi, yönetime katılan yurttaşlarının koşullarını iyileştirmekle mükelleftir. Burada bir insan ve değer bilgisinden bahsetmek, yurttaşlığın tanımını doğru yapmak gerekmektedir. İfade özgürlüğü gibi hayati kavramlar da, ancak ideal bir yurttaşlık düşüncesinden yola çıkılarak ortaya koyulabilecektir. Yurttaşlığın güçlenmesiyle birlikte, sivil toplumun da güçlenmesi kaçınılmaz hale gelecektir.

 

Sivil toplum kavramının Türkiye’de yanlış anlaşıldığı, yolu az çok siyasete düşen hemen herkesin malumu. Siyasi partilerin yaşadığı sorunlar gibi, sivil toplum örgütleri içerisinde de gruplanan kimi çıkar grupları, bu kuruluşları da belirli çıkarlar çerçevesinde yönlendirebilmektedir. Siyasi partiler başlığında, siyasi partilerin demokratikleştirilmesi gibi bir düşünceden bahsedilecekse eğer, sivil toplum örgütlerinin de demokratikleştirilmesinden bahsetmek elzemdir. Türkiye’de, devletin uyguladığı baskı ve şiddetin ortaya çıkartılması ve takibatının yapılması gibi çok değerli bir misyon edinen, ancak diğer yandan insan hakları kavramını da hukuk ekseninde sadece dokunulmama talebine sıkıştıran sivil toplumun demokratikleştirilmesi, insan hakları ve yurttaşlık kavramının yeniden tanımlanmasıyla mümkündür.

 

Oysa insan haklarından anladığımız nedir? Sadece bir yurttaşın, yurttaşlık haklarına kavuşmak için yürüttüğü eylem içerisinde devletten ona yönelen baskı ve şiddetin açığa çıkartılması ve takibatının yapılması mıdır? Tabii ki hayır. İnsan haklarından anladığımız şey, bugün hak kavramının içeriğiyle alakalıdır. Yukarıda değinildiği üzere, hukuk temelli bir insan hakları savunusunun götüreceği nokta şüphesiz ki, hukuk fakültelerinde öğretildiği biçimiyle, hak kavramının bir çıkar ve buna bağlı olarak pazarlık konusu yapılmasıyla alakalıdır. Eminim ki, buna hem insan hakları savunucusu hem de bir avukat olarak Selahattin Demirtaş dahi itiraz edemez. Ancak insan haklarının bir politika haline getirilmesi gerekliliğini korumaktadır. 

 

Antikçağ’dan günümüze, bir devletin yurttaşlarına karşı sorumluluklarının bulunduğu, hatta devletin yurttaşların oluşturduğu ve ayakta tuttuğu siyaset felsefesinin neredeyse temelini oluşturmaktadır. Modernizm sonrası, milliyetçiliğin de yükselip, ulus-devletlerin temelini milletlerin oluşturmasıyla birlikte, yurttaşlık kavramı niteliğini yitirmiş, yerini homojenik bir kavram olan millet almıştır. Artık devletin temelini yurttaş değil, millet oluşturmaktadır. Milletin kimliği, ideolojik görüşü, değerleri, adeta taptığı imgeler devletin niteliğini belirlemektedir. Hayali bir cemaat olarak örgütlenen milletin, kimliğini kapsayan tüm bu olgular ise devletin niteliğini belirlemektedir. Şüphesiz ki, Türkiye’den doğru düşüneceksek eğer, çeşitli demokratikleşme girişimlerine rağmen, millet kavramı akamete uğramadığı gibi, bu değerlerden doğan siyasi partiler de çıkar konusu yaptıkları insan haklarının sadece hitap ettikleri grupları kapsamasından kaynaklı olarak iktidarlarını tahkim etmeye devam etmektedirler.

 

Peki çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi düzeninde, yurttaşlığın ve buna bağlı olarak sivil toplumun tanımı nasıl yapılabilir? Şüphesiz ki Demirtaş’ın geldiği siyasi geleneğin temsil ettiği değerler, Türkiye’de bu tip bir katılımcı demokrasinin oluşabilmesinin en ciddi yürütücüsü konumundadır. Temsiliyeti iktidar etrafında şekillenmiş siyasi partiler ve çıkar gruplarından alıp, geniş ve çok kimlikli halk kitlesine verebilmenin mücadelesini yürütmektedir. Burada odaklanılması gereken, yönetime katılacak olan yurttaşın niteliğidir. Devleti, nüfusun %0,20’sini temsil eden burjuva kesimi temsil edemeyeceği gibi, onların servetlerine servet katacak bir biçimde dizayn edilen bir vatandaşlık biçimi de kabul edilmemelidir. İşçi sınıfının, fabrikaların dışında kalan, onları sendikalizmin kıskacına sokmadan, plazalarda türlü ruhsal hastalıklarla boğuşan, hizmet verdiği sektörde patronu tarafından türlü aşağılamalara maruz kalan akranlarıyla buluşmasının gerekliliği her biçimde yakıcılığını korumaktadır. Kadınların ve LGBTİ+ insanların uğradıkları cinsel, fiziksel, psikolojik taciz ve şiddetin boyutları, iktidarın nimetlerinden ve dolayısıyla dar bir grubun çıkarına sunulan insan haklarından mahrum bırakılan, geriye kalan bizler tarafından anlaşılmalıdır. Yüzyıllık kurucu değerler arasında öğütülen Hristiyan yurttaşların, Kürtlerin, Alevilerin ve diğer inanç ve etnik grupların haklarının, aslında hepimizin hakları, yani insan hakları olduğu en gerçekçi biçimiyle ortaya koyulmalıdır. Kentlerde yaşayan bu yurttaşların oluşturdukları eko-topluluğun, yani etik yurttaşlık birliğinin çevresindekine, aynı mekanı paylaştıklarına ve ülkesinde olup bitenlere karşı göstereceği reflekslerin niteliğidir. Düşüncem o ki, sivil toplumun ve demokrasinin demokratikleştirilebilmesinin imkanları ancak bu şekilde yaratılabilecektir.

 

Sivil toplumun güçlendirilmesinin temeli, yurttaşlığın içeriğinin doğru bir şekilde doldurulduktan sonra, onun siyasal katılımının niteliğiyle güçlendirilebilir. Dolayısıyla yurttaşlığın, yerel yönetimle bağı kurulmalıdır. Yerel yönetim, belediye, yerel demokrasi vb. birbirinden küçük farkları olan, ancak nihai olarak bir özyönetim biçimi olarak örgütlenmesi gereken yönetim biçimlerinin, yurttaşların katılımıyla anlam ve işlev kazandığı şüphe götürmez bir gerçektir. Yukarıda da bahsedildiği biçimiyle, yurttaşlığın tanımı yapılırken, özyönetimin de siyasal bir teşkilat olarak, Türkiye’deki imkanlar dahilinde belediyeler aracılığıyla örgütlendirilmesi mümkündür. Belediyelerin yetkilerinin çoğaltılmasıyla, merkezi iktidarın yetkilerinin yerele dağıtılması durumu kendiliğinden gelişecektir. Belediyeler demokratikleştirildiği takdirde ise katılımcı bir biçimde demokrasinin demokratikleşmesi amacıyla yönetime katılan yurttaşların kalıcılığını sürdürmesi, insan ve değer bilgisine ve buna bağlı olarak kendisinin ve herkesin insan haklarının bilgisine sahip olmasıyla mümkün olabilecektir. Dolayısıyla belediyelerin, yurttaşların yaşam, eğitim, sağlık, siyasal katılım vb. temel haklarını doğrudan yerelden gerçekleştirebilecek biçimde örgütlenmesi elzemdir. Bunu da süreklileştiren, böyle bir yurttaşın varlığını daimi kılan şüphesiz ki özyönetimlerdir. 

 

Günümüzde kırsal ve kent alanlarının niteliklerini yitirmesi, yurttaşlığın çökmesiyle doğru orantılıdır. Temsiliyetin, liberal demokrasilerde çevresinde en büyük çoğunluğu toplayana verilişiyle birlikte, yurttaşlar haklarını egemene teslim etmişlerdir ve ne yazıktır ki, çağımızda diğer şüphe götürmeyen bir husus da, hakların teslim edildiği bu egemenin Leviathan olmasıdır. Kayyım, vali, kaymakam gibi merkezi devletlerin mülki amirlerinin, merkezileşmiş bir devlette girdiği çıkar grubundan nemalanarak bir yerlere geldiği daha öncesinde de kamuoyuna yapılan duyurularca açığa çıkartılmıştır. Merkezileşmiş devletlerde, yerelle hiçbir alakası olmayan mülki amirlerin tamamen merkezden aldıkları talimatlarla, oradaki silahlı kolluk gücünün de desteğiyle, yurttaşlık haklarına el koyduğu bilinmektedir. Hiç şüphesiz ki, özyönetim ve sivil toplum güçlendikçe mülki amirlerin güçleri de gevşeyecek, zamanla yok olacaktır. Merkezden yerele gönderilen, orada daimi olarak yabancı olduğu için baskı unsuru oluşturan, çeşitli biçimlerde yurttaşların hakları üzerinde tasarruf etmeyi kendisinde hak gören kolluk gücünün de yerini yerelden oluşturulmuş özsavunma güçleri alabilecektir. Böylelikle, gerek yerelde bulunan devlet kurumları, gerekse de devletin silahlı kolluk gücü demokratikleştirilebilecek ve halk katılımına açık hale getirilebilecektir. Yurttaşın haklarını bir Leviathan’a devretme zorunluluğu ortadan kalkacaktır.

 

Leviathan’ın egemenlik biçimini sınırlandıracak, yurttaşlar üzerinde yeri geldiğinde sopasıyla kurduğu hakimiyeti önleyebilecek bir yurttaşlık, özyönetim ve özsavunma biçiminin hukuk metinleriyle, yani anayasalarla güvence altına alınması gerekmektedir. Hukukun bu niteliğini belirleyen, hukuki metnin kapsayıcılığıyla ilintilidir. Toplum Sözleşmesi teorilerinin Leviathanlar doğurduğu bilindiği gibi, tam aksine, toplumu en geniş haliyle temsil edebilecek, toplumu oluşturan kimliklerin tamamının insan olduları için sahip oldukları haklarını kapsayabilecek, onların özlük haklarını, koşullarını, olanaklarını sağlayabilecek bir biçimde düşünüleceği gerçeğinin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Yurttaşların özlük haklarını sağlarken, onların koşullarını ve olanaklarını asgari düzeyde iyileştirebilecek düzeyde ekonomik bir programın sağlanması muhakkak ki gereklidir. Kontrolsüz özelleşme kıskacında ve Ortadoğu’nun neredeyse tamamına savaş ihraç eden bir ülke konumunda olan Türkiye’de ulusal para hızla değer kaybederken, hayatın pahalılaşması hatta yaşamın imkansız hale gelmesini finansal durumla açıklayamayız. Böylesi bir hayati krizden kurtulmanın yolu finansal tablolara, kur dalgalanmalarına, dışarıdan gelecek olan yatırımlara bağlı kalmak mıdır? Şüphesiz hayır. Kontrolsüz özelleşmenin karşılığında sermaye iyiden iyiye nüfusun çok çok ufak bir elitinin, iktidarı çıkarlarına göre yönlendirecek kişilerin eline sıkışmışken, geriye kalan devasa bir çoğunluğun bu finansal krizden etkilenmemesinin çeşitli yolları vardır. Bu da ancak, katılımcı bir biçimde geliştirilecek, kontrolsüz özelleşmenin sınırlandığı, belirli bir düzeye kadar kamusal teşviklerle desteklenecek, sonrasında ise inisiyatifin halka devredilebileceği ekonomik bir programın uygulanmasıyla mümkün olabilecektir. Geniş halk kitlesinin yaşamsal ihtiyaçlarını doğrudan karşılayabilecek bir biçimde, mikro ölçekte bile olsa üretime yöneltilmesiyle birlikte, ortaya çıkacak katılımcı ekonominin, yerel yönetimler tarafından oluşturulmuş kooperatifler aracılığıyla üretilen ürünlerin eko-topluluk olarak yurttaşlar arasında dağılmasıyla birlikte hiç şüphesiz finansal tablolar, kur dalgalanmaları vb. veriler anlamını yitirecektir. 

 

Böylelikle, katılımcı demokrasinin bir ülkedeki sosyal, iktisadi ve siyasi gidişatı halka devretmesiyle birlikte, bir devletin içerisinde bulunan ancak çeşitli çıkar gruplarının eline geçen bürokrasi de demokratikleştirilebilecek, halk denetimine açık hale getirilebilecektir. Doğrudan halkın denetiminde olan bir hukuki sistem sayesinde, hukukun üstünlüğü, devleti yöneten iktidarın değil de, halkın elinde gerçek anlamına kavuşacaktır. Hukukun üstünlüğü ilkesi sayesinde güçler ayrılığı gerçek anlamda uygulanabilecektir. Güçler ayrılığı ilkesi sayesinde ise, yurttaşların yasama, yürütme ve yargı mekanizmalarına demokratik bir biçimde katılımı sağlandığı gibi, o devlet içerisindeki bürokratların da doğrudan halkın içerisinden gelen gerçek temsilciler olabileceği aşikardır. Ancak tekrar vurgulumakta fayda var ki, tüm bu devlet içi mekanizmalar sadece ve sadece yurttaşların katılımıyla demokratik bir hale gelebilecektir. Dolayısıyla buraya kadar bahsedilen devlet kavramının günümüzdeki durumunu tahlil etmekle birlikte, devletin sadece günümüzdeki kapitalist devlet anlamını taşımadığını, bunun insanlık tarihi boyunca sadece 200 yıl gibi bir süreci kapsadığını not düşmekte yarar var. Oysa ki, siyaset felsefesinde devletin kavramsallaştırılması Antikçağ’a kadar uzanmaktadır ve bu anlamda, politeia’ya iade-i itibarda bulunmak gerekmektedir.

 

Liberal demokrasiler içerisinde, küçültülmesi amaçlanan kapitalist devletle, katılımcı demokrasiler tarafından oluşturulan belediyeler arasında farklar vardır. Liberal demokrasilerde halk, yönetimden anlamayan yığınlar olarak görülmektedir. Onların oy vermeleri ve temsilcilerini meclise göndermeleri yeterlidir. Ancak katılımcı demokraside böyle değildir. Katılımcı demokraside halkın anlamadığı yönetim işi halka açık hale gelmektedir. Devletin küçültülmesini, yönetim işinin şirket yöneticilerine, uzmanlara veya sürekli olarak atanmışlara devredilmesini savunan teknokrat anlayış, yurttaşların kendi hallerine bırakılmasını, onların kendi girişimleriyle meşgul olmasını, bunun karşılığında vergi ödemelerini ve hizmet almalarını amaçlamaktadır. Bu hiç şüphesiz bir tür piyasalaşma, yani alış-veriştir. Ancak katılımcı demokraside halk, devleti küçültmekle kalmamakta, onun yönetimine de katılmaktadır. Kendi çıkarlarını değil, kendisiyle birlikte herkesin hakları için politika yapmaktadır. Bunu yaparken kazandığı bilinç, yani insan ve değer bilgisiyle birlikte insan hakları bilgisi, onu etik-politik bir toplumun öncüsü haline getirmektedir. Ancak ve ancak böylesi yurttaşların kalıcılaştığı, eğitimle arttığı ve politika yaptığı devletlerde gerçek anlamda bir özgürlükten ve etik-politik bir düzenden bahsedebiliriz. Daha önce de bahsedildiği gibi, kentler eğer yurttaşların içerisinde yaşadığı bir eko-topluluğu temsil ediyorsa, bu yurttaşların yönettiği devletlerin birliği ise etik-politik yurttaşlığın konfederasyonu haline gelebilecektir.

 


Bu yazı Cemal Sarı tarafından kaleme alınmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü