Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyasal hareke

Türkiye’de faşizm tartışmaları ve sömürgecilik - Mêxeme Pezkovî



Dünya çapında süren popülizm tartışmalarına paralel olarak Türkiye’de de popülizm, sağ popülizm ve faşizm tartışmaları politik gündemi belirlemeye devam ediyor. Bu yazıda üzerinde özellikle durulacak olan şey Türkiye’de popülizm ya da faşizm tartışmalarına basitçe bir ek yapma amacından ziyade devam eden tartışmalarda temel bir eksikliğe vurgu yapmak, bu eksiklikten oluşan boşluğa dikkatleri çekmek ve bu boşluğu doldurmaya davet etmektir. Yazının temel tespiti, Türkiye’de süren faşizm tartışmalarının, bu tartışmalarda ister faşizm tespiti yapılmış olsun isterse de faşizmin henüz inşa sürecinde olduğu belirtilmiş olsun, Türkiye’nin Kuzey Kürdistan ile içinde bulunduğu sömürge ilişkisini, bilerek ya da bilmeyerek, göz ardı ettiğidir. Bu tespit itibariyle de, yazının amacı Türkiye’de süren faşizm tartışmalarının bu açıdan noksan olduğunu göstermek ve Türkiye’de inşa edilmekte olan rejim biçiminin de Kuzey Kürdistan ile ilişkisi yerli yerine oturtulmadıkça doğru temelde anlaşılıp kavranamayacağını iddia etmektir.

Burada öncelikle yapmaya çalışacağımız şey, Türkiye özelindeki bu tartışmaları tarihsel bağlamına oturtmaya çalışmaktır. Bu sebeple de yazıyı iki ana kısma ayırmayı, hem kavrayışı kolaylaştırması bakımından hem de okuyucuyu yormaması bakımından uygun bulduk. İlk kısımda kapitalizmin küresel krizini ve bunun Türkiye ile olan bağını ele almaya çalışacağız, ikinci kısımda ise Türkiye’deki krizler toplamının Kuzey Kürdistan ile olan özel ilişkisine değinmeye gayret edeceğiz.

 

Kapitalizmin Küresel Krizi ve Türkiye

Tüm dünyada yoğunluğu giderek artan kapitalizmin sistemsel krizine Immanuel Wallerstein’in tarihsel perspektifinden bakmak kolaylıklar sağlayabilir. Ona göre bugün tekelvari üretimlerden yüksek kârlar elde etmek imkansızdır. Buna neden olarak da kapitalist üretimin ana maliyetlerinin artmış olmasını gösterir ve ekler:

“Modern dünya sistemi tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiştir ve varlığını elli yıl daha sürdürmesi pek muhtemel değildir. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu anda içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyoruz… Geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz. Sistemin (karmaşıklık teorisinin diliyle konuşmak gerekirse) çatallandığı bu noktaya gelindiğinde ne olur? İlk sonuç, dünya sistemimizin şu an yaşamakta olduğu ve muhtemelen bir 20-25 yıl daha yaşayacağı aşırı bir kaotik karmaşıklıktır.”[i]

Burada bu yazıyı ilgilendirecek olan temel nokta ise, Wallerstein’in şu ya da bu dinamikler üzerinden temellendirmeye çalıştığı tarihsellik anlayışını Türkiye-Kurdistan coğrafyalarının bugün içinde bulunduğu durum özelinde okuma çabasıdır. Kapitalizme, mevcut dünya sistemine bir tarihsellik atfetmek bir anlamda ona organik bir canlı muamelesi yapmaktır. Doğan, gelişen ve büyüyen ve en nihayetinde ölen bir canlı. Burada tarihsellik, kapitalizmin mutlaklılığı algısına  karşı geliştirilmiş küresel bir yanıttır. Bu yanıtın küresel düzeyde oluşu kimi local bölgelerin kendi özgüllükleriyle farklı bir noktada durduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunun en açık örneklerinden biri, özellikle de içinde bulunduğumuz zamanlarda, Türkiye’dir. Peki Türkiye, bugün krizler toplamının, kendisini bölgesel düzeyde ifade ettiği yansımalarından mı ibarettir? Şüphesiz Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bunlarla eksiksiz olarak açıklanamaz. Bunun nedeni, Türkiye’nin yalnızca Türkiye olmaması, Türkiye’nin işgali altında bulundurduğu topraklara sahip olmasıdır. Bu soğuk ve mesafe konulan gerçeği dile getirmenin amacı yalnızca bu soğukluktan şikayet etmek, mesafenin oluşuna itiraz etmek değildir. Bunlardan daha ziyade bu mesafenin, Türkiye özelindeki kriz ve faşist rejim inşası tartışmalarında analitik olarak yanlışlara sürükleyeceğidir. Dolayısıyla da metodolojik anlamda Türkiye’ye bakışta yaratılacak böyle bir boşluğun faşizmin kurumsallaşmasının konuşulduğu bu zamanlarda var olan açıkları doldurmaya yetmeyeceğidir. Burada bu söylenerek, Türkiye açısından kapitalist sistemin krizleri ile sömürgecilik siyaseti ve onun yarattığı avantaj ya da dezavantajlı durumlar arasına mutlak bir ayrım çekilmemektedir, eğer yapılacak olan bu olsaydı bu da başka bir noktadan yine metodolojik bir hataya düşüşü ifade ederdi. Bundan ziyade burada, bu iki durumun öncelikle var olduğunun kabulünden hareketle, bakışı buradaki ilişkilerin karşılıklılığına yönlendirmek söz konusudur. Bugün kapitalist sistem küresel olarak yaşadığı krizleri aşabilmiş değildir ve bu anlamda Türkiye de bu durumdadır fakat durum bununla sınırlı değildir, bunun kanıtı Kuzey Kurdistan ile ilişkisinin niteliğidir. İşte karşılıklı bakış bunlar üzerine yapılmalı ve Türkiye’nin bugün bir rejim olarak faşizmi inşa etme sürecinde olduğu tartışılıyorken Kuzey Kurdistan’ın belirleyiciliği özel olarak vurgulanmalıdır. Belirleyiciliğin nedenleri, yalnızca Kuzey Kurdistan üzerindeki sömürgeci siyasetin dönüşen ve derinleşen pratikleri üzerinden anlaşılabilir.

Dünyanın gerçekten de böyle bir krizler yumağı içerisinde olup, belirsizliklerle dolu bir geçiş döneminde olduğunu kabul edersek, bu durumun kendisini en somut olarak gösterdiği yerin bugün Orta Doğu coğrafyası olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Özel olarak da Kürdistan coğrafyası bu belirsizlik ve geçiş döneminin temsilcisi gibidir. Bu geçiş ve belirsizlik dönemi birçok umutla birlikte kaygıyı da beraberinde getiriyor. Dünya ölçeğindeki bu kaygılardan Türkiye de payını almakta ve tartışmalar bu eksenlerde devam etmektedir. Bu kaygıların başında ise, tartışmalarda da ağırlıklı gündemi kaplayan, sağ popülizm ve faşizm geliyor. Sağ popülizmin istikrarlı yükselişi ve bu yükselişin tarihsel faşizm deneyimleriyle ilişkilendirilmesi de bu toplumsal kaygıları artıran bir işlev görmüştür. Bu küresel sistemsel karmaşıklık birçok başka ülkede olduğu gibi Türkiye’de de somut olarak pek çok siyasal, ekonomik ve rejim krizine yol açıyor.

Türkiye, Kuzey Kürdistan ile ilişkisi de içinde olmak üzere, bugün adeta küresel tüm krizlerin kendisini tekil bir örnekte somutlaştırdığı olağanüstü bir kriz/belirsizlik döneminden geçmektedir. Buna paralel olarak da devlet, ideolojik ve zor aygıtlarını kullanabildiği kadar esnek kullanmaya çalışıyor. Bunun birçok başka ülkedeki karşılığı, sağ popülist partilerin iktidarları elinde tutmayı ve güçlendirmeyi sürdürürken kazanılmış asgari demokratik hakları baskılamaya çalışmalarıdır. Bu çabalar, bilhassa belirsizlik ve geçiş dönemlerinde kendi sınırlarını zorlamaya başlarlar ve mevcut düzenin temel belirleyenlerinden biri haline gelirler.

İşte tam da bu belirsizlik hâli yukarıda Wallerstein için bahsedilen öngörüyü, Türkiye-Kuzey Kurdistan hattına çekmeyi mümkün kılmaktadır. Tıpkı dünya sisteminin içinde bulunduğu krizden yakayı kurtaramamasının nedeninin, yapısal krizlerini atlatmasını sağlayacak yeni kaynaklar bulamaması olduğu gibi, Türkiye de kendisini yenileyip toparlatacak, rıza ya da zor ile de olsa meşruiyetini yeniden inşa etmesine olanak tanıyacak yeni kaynaklar bulmakta zorlanmaktadır. Tam da bu zorluktan dolayıdır ki, bugün Türkiye’de devlet kendi gücünün sınırlarını aşmaya çalışmakta, kapasitesini zorlamakta ve buna paralel olarak da siyasi sınırlarının dışına taşmaktadır. Yine bu durumun neticeleri olarak da Türkiye’de rejim tartışmaları alabildiğine genişlemiştir. Rejimin niteliği nedir, nasıl adlandırılmalıdır, bu nitelik ve adlandırmaya karşılık gelen mücadale biçimleri nedir gibi birçok soru tartışılmaya devam edilmektedir.

Tartışmayı bu aşamaya taşımadan evvel şu olgu net olarak vurgulanmalıdır: Tıpkı dünyanın içinde bulunduğu durum gibi, Türkiye – Kürdistan coğrafyası da bir belirsizlik ve geçiş döneminden geçmektedir. Belirsizlik durumlarında ve geçiş dönemlerinde, denge durumundan farklı olarak girdilerin ve çıktıların etkisi değişiklik gösterir. Artık bu dönemde söylemsel ya da eylemsel düzeyde, gündelik hayatta ‘’küçük’’ olan ve öyle görülen her girdi, ‘’büyük’’ olan ve öyle görülen çıktılara yol açabilir. Bu durum, belirsizlikler ile kendisini ortaya koyan, geçiş dönemine has bir olgudur ve bugün Türkiye- Kuzey Kurdistan tam da bu olgunun hakim olduğu bir dönem içerisindedir.. Bu bakışa göre, tam da Wallerstein’ın sahiplendiği gibi, bugünkü dünyada ister bireysel ister kolektif olsun yapılan hiçbir eylem, karşı koyuş boşuna gitmeyecektir, aksine geçiş döneminin nereye yöneleceğini etkileyebilecektir. Dolayısıyla bu kadar kaygan ve belirsiz bir dönemde yukarıda bahsedilen sorulara doğru cevaplar üretebilmek kolay iş değildir. Bu bağlamda da, geçiş döneminin niteliği nedir, nasıl ve ne ile ilişkilendirilerek bakılmalıdır gibi sorular bu yazının esas olarak ilgilendiği hususlardır. Fakat yazıda yapılacak olan, bu sorulara cevaplar üretmeye çalışmak ya da cevaplar vermek değil, cevapların aranış sürecinde hangi belirleyenlere odaklanmak gerektiğini saptamaya çalışmaktır. Bunu yapmaya çalışırken, temel itkisi, Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması süreci üzerine olan çalışmaların çoğunun, bunu, Kurdistan ve Kurdistan üzerindeki dönüşen ve derinleşen devlet politikalarını inceleme sürecine dahil etmeden yapmalarına yönelik eleştirel bir bakıştır.


Popülizmin ya da Faşizmin Ötesinde

Özellikle ABD, Britanya, Fransa başta olmak üzere Batı ülkelerinde popülizmin yükselişe geçmesi ve bunun sürdürülebilmesi, dünya siyasetinde belirleyici bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Dolayısıyla da son 5-6 yıldır, dünya siyasetinde olanları anlamlandırmak üzere en çok başvurulan kavramların başında popülizm geliyor. Bu durum bu kavramın kesin ve kabul edilebilir bir tanımının olmamasına rağmen böyledir. Tanımlama çabaları sürerken, popülizm kavramına yapılan vurgular bir noktadan sonra faşizm kavramını da gündemin içerisine çekti. Bunun nedeni bir yandan popülizme ilişkin tanımlama ya da onun özelliklerini belirleme sürecinde onda faşizmde de görülebilecek durumlarla karşılaşılmasıyken diğer yandan da tarihsel faşizm deneyimlerine bakıldığında orada bugünkü popülizmin belirtilen özelliklerinin de tespitinin yapılabilmesidir. Kısaca faşizme bakıldığında da popülizm ile ilişkilendirilen olgular ortaya çıkmakta ve bunun tersi de olmakta. Buna bağlı olarak da bir rejim olarak faşizmin ortaya çıkması sürecinde popülizmin bu rejim inşasına yönelik bir ön aşama ya da ön adım olduğu yönünde tartışmalar da sürecin içerisine dahil edilmiştir. Bu bağlamda, birinde diğerinden izler görebilme durumu açıkken ve buna ek olarak da , söz konusu iki kavramın net bir tanımının olmaması durumu, hem her bir kavrama bakışı zorlaştırmakta hem de iki kavramın kesiştiği ya da ayrıştığı noktaları belirlemeyi güçleştirmektedir.

Popülizme ilişkin üzerinde uzlaşılmış bir tanım olmasa da onun belirli özellikleri üzerinde genel bir kabulden bahsedilebilir. Öyleyse günümüzde popülizme ve popülist iktidar biçimlerine atfedilen ve genel olarak kabul gören bu özellikler nelerdir? Bunların başında, kıyamet benzeri, geri döndürülemez bir çöküş propagandası, oldukça zayıf bir hukukun üstünlüğü ve yine oldukça zayıf bir güçler ayrılığı anlayışı, siyasi hoşgürü ve çoğulculuk karşıtlığı, siyasetin dinselleştirilmesi, diktatörlüğün inkarı, ulvi özelliklere sahip karizmatik bir liderin varlığı, bu lider şahsında halkın temsil edilmesi, radikal milliyetçilik, hareket ve liderin bütün olarak halkla özdeşleştirilmesi, anti-elitizm, her şeyi halk ile halk için yapma iddiası ve homojen bir halk anlayışı ve kendisini demokrasinin esas savunucusu olarak sunma gibi özellikler geliyor. Bu iktidar biçiminin bu özellikleri her bir ülkede kendisini farklı biçimlerde sunar. Popülizme üzerinde tümüyle uzlaşılmış bir tanımın ortaya konamamasının bir nedeni de budur. Bu özellikler arasında şüphesiz faşist rejimlerde de görülebilecek olanlar vardır. Fakat faşizm ve popülizm arasındaki ilişki özellik eşitlemeleri ile anlaşılamayacak kadar karmaşıktır. Bu karmaşıklığı getiren şey, faşizmin oldukça özgün bir ideoloji ve rejim biçimi olmasının yanı sıra, bu ilişkilerin bir boşlukta değil de, canlı bir politik alanda, hareket eden toplumsal çelişkiler içinde varolmasıdır.

Yukarıda bahsedilen ve son 5-6 yılın hakim tartışmalarından biri olduğu söylenen popülizm-faşizm tartışmalarına Türkiye üzerinden bakmak bizi çok daha karmaşık bir ilişkiler ağı ile karşı karşıya getirir. Bunun temel nedeni Türkiye’nin küresel düzeyde beliren kimi krizleri taşıyor olmasının yanı sıra, Kuzey Kurdistan ile bir sömürge ilişkisi içinde olmasıdır. Bu ilişki Türkiye’de rejimin dönüşen niteliğini hem belirlemekte hem de onun tarafından belirlenmektedir. Bu karşılıklı belirleme ve belirlenme süreci, Türkiye’de rejimin dönüşen niteliğinin doğru kavranması açısından da hayati bir noktada durmaktadır. Bunun en temel nedeni rejimin tüm aygıtlarını devreye sokarak saldırılarını her alanda sıklaştırmasının Kuzey Kurdistan üzerindeki işgali ve sömürgeci pratikleriyle doğrudan bağlantılı olmasıdır. Türkiye üzerinde dönen popülizm-faşizm tartışmalarının bilinçli ya da bilinçsiz atladığı nokta da tam olarak bu duruma karşılık gelmektedir. Tartışmalar sürdürülürken veri olarak kabul edilen şey, tek bir ülkeden, dolayısıyla da bu ülkenin dinamiklerinden söz etmektir.

Bu gibi bir yaklaşım, mutlak bir gerçeği hesaba katmadığı için mutlak bir yanılgıya düşecektir. Mutlak gerçek Kuzey Kurdistan’ın işgal ve sömürgeci bir tahakküm altında olması ve Türkiye’nin seyrettiği çizginin de bu işgal ve sömürgeci tahakküm gerçeği ile ilişki içinde belirlendiğidir. Mutlak yanılgı, faşizm ya da onun tarihsel olarak farklı iktidar biçimlerinde ortaya çıkan kimi özelliklerinin tarihini ve pratiklerini, sömürgecilik tarihi ve pratiklerine bağlamadan anlamanın mümkün olduğu düşüncesidir. Bu yazının da esas olarak üzerinde durduğu husus budur, yani, Türkiye’nin Kuzey Kurdistan üzerindeki pratikleri hesaba katılmadan yapılacak herhangi bir popülizm ya da faşizm tartışmasının mutlak bir yanılgı ve eksiklik yaratacağı iddiası.

 

Türkiye’nin Krizleri ve Sömürge Kuzey Kürdistan'da Rejim Pratikleri

‘’Mekana işaret etmeyen söylem ölümcül bir boşluktur, laf kalabalığıdır.’’

Henri Lefebvre

Buraya kadar, küresel kapitalist sistemin ve Türkiye’nin krizleri üzerinde durmaya çalıştık. Şimdi ise Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm krizlerin esas belirleyicilerinden biri olan Kuzey Kürdistan ile ilişkisine değinmeye çalışacağız. Bu hem Türkiye’deki krizleri yukarıda bahsedilen tarihsellik içerisine doğru bir biçimde yerleştirmeye hem de Türkiye’nin sömürgesi Kuzey Kürdistan ile olan özel ilişkisinin kendisi üzerindeki belirleyiciliğini göstermeye yardımcı olacaktır. Bunu, bir sömürgeci güç olarak Türkiye’nin, Kuzey Kürdistan üzerindeki dönüşen ve yoğunlaşan sömürgeci pratikleri üzerinden ifade etmeye çalışacağız.

Sömürgecilik literatüründe sömürgeci pratikler özel bir ilgiye mazhar olmuştur. Bu ilginin temelinde de bu pratiklerin hem sömürgeleştiren için hem de sömürgeleştirilen için özel bir anlama sahip olması yatıyor. Bunun güçlü bir örneği Bolivya tarihinde mevcuttur. Morales, ülkesinin ilk yerli devlet başkanı olarak Bolivya’dan sömürgeciliğin izlerini silme politikasına, başkent La Paz’daki parlamento binasının tepesinde bulunan saat kulesindeki akrep ve yelkovanı, bilinenin tersi yönünde hareket ettirerek başlamıştı. Sömürgeciliğin izlerinden kurtulmanın önemine yönelik bu sembolik hamle, sömürgeci uygulamarın halklar nezdinde ifadesini bulan somut gerçekliğine işaret etmektedir. Bu somut gerçeklikler yaşamı kuşatabilen bir niteliğe sahiptir. Çıplak şiddetten ölü bedenleri hedef almaya kadar genişlik gösteren bu nitelik kuşatıcı etkisiyle mutlak belirleyici olma iddiasını taşır. Genişleyen ve sistematikleşen sömürgeci pratiklerin uygulama sahası ne kadar geniş olursa etki alanı da o kadar geniş olmaktadır. Bugünün dünyasında genişlemiş ve sistematikleşmiş bu sömürgeci uygulamaların en aleni ve çıplak görünümüne Kuzey Kurdistan sahne olmaktadır. Belirli bir zamana kadar Türkiye-Kuzey Kurdistan ilişkisi sömürgecilik pratikleri bağlamında çıplak şiddet ve karmaşık bir sistematikliğe sahip olmayan organizasyonel pratikler ile özdeşleştiriliyordu. Fakat bugün bu aşama fazlasıyla geride bırakılmış durumdadır. Türkiye’nin Kuzey Kurdistan üzerindeki sömürgeci siyaseti, bugün en kapsamlı ve sistematik hâline kavuşmuştur. Bu sömürgeci ilişki bir yandan belirli pratikler üzerinden kendini var edip kalıcı kılmaya çalışırken diğer yandan da sömürgeleştirileni kendi olarak yok edip süreksiz kılmayı hedeflemektedir. Bunu da hem biçimsel olarak münferit politikalar üzerinden hem de doğrudan kitlesel ve total yönü ağır basan politikalar üzerinden yapmaya çalışmaktadır. Bu süreç, Türkiye – Kuzey Kurdistan ilşkisi özelinde, bilhassa son yıllarla birlikte daha sistematik bir hâl almıştır ve devletin pratikleri de bu bağlamda vuku bulmuştur.

Toplumsal çelişkilerin ve siyasal krizlerin artmasına paralel olarak, neredeyse tüm dünyada, egemen güçlerin saldırısı da artmaya devam ettiği için popülizm – faşizm tartışmaları alabildiğine genişlerken, buna Türkiye üzerinden bir cevap bulma arayışına girmeden önce yapılması gereken Türkiye’nin Kuzey Kurdistan ile olan sömürge ilişkisinin doyurucu bir çözümlemesini yapmaktır. Bu çözümlemenin koşulu sürece yönelik veri toplamaktır. Çoğunlukla yapılan ise yeterli veri olmadan cevaplar üretmeye kalkmaktır ama esas sorun verinin olmaması da değildir, verinin yok hükmünde olmasıdır. Rejimin niteliğini belirleme kudreti bu kadar yüksek olan Kurdistan toplumsal durumuna bakış bu açıdan bilimsel olduğu kadar politik bir tutumdur. Bunu yapmanın bir yolu da öncelikle Türkiye’nin Kuzey Kurdistan’da özellikle son yıllarda dönüşen uygulamalarına bakmaktır. Kuzey Kurdistan’da bu dönüşen uygulamalara paralel olarak Türkiye’de faşizm-popülizm tartışmalarının çıkması ve yükselmesi bahsedilen belirleme kudretini de kanıtlar niteliktedir.

Bu anlamda bu dönüşüm sürecinde belirli pratikler özellikle kendisini 2014-2015 sürecinde ve sonrasında göstermeye başlamıştır. Örneğin, 2014 tarihli MGK kararları ilerleyen sürecin temel belirleyenlerinden biri olmuştur. Bu kararlar, ‘’Çöktürme Planı’’ çerçevesinde değişen ve dönüşen yeni adımlar, takip eden süreçte benimsenen politik yaklaşımlar, Kuzey Kürdistan’da karşılığını başta mekan ve beden politikası üzerinden bulsa da, uygulama sahası çok daha geniş olmuştur. Burada söz konusu olan savaş stratejisindeki değişimin farklı alanlardaki yansımalarıdır. Örneğin, Renas Cûdi'nin[ii] de belirttiği gibi, mekan politikasının yoğunlaşmış biçimde kendini var ettiği ilk yerlerden biri Cûdi Dağı ve çevresidir. Kürdistan’ın toplumsal tarihinde, Cûdi Dağı’nın Kürt halkı için simgesel ve politik anlamı açıktır. Yalnız bir yaşam alanı değil, aynı zamanda merkezi güçlere karşı bir direniş sahası da olmuştur. Dolayısıyla saldırının yoğunlaşmış biçimlerinin bu gibi mekanlara olması şaşırtıcı değildir. Öncelikle, Cûdi Dağı insanlar dahil müthiş bir canlı çeşitliliğine yaşam alanı sağlamaktadır. Bu bağlamda burada ortaya konan pratikle yaşam alanlarının doğrudan kendisi hedef alınmaktadır. Fakat hedeflenen yalnızca bu değil, bununla birlikte toplumsal-kolektif hafızanın da yok edilmesidir. Bu amaçla çok boyutlu rejim pratikleri devreye girmiştir. İş sahalarının kurulmasının yanı sıra kalekollar, karakollar, yollar inşa edilerek bu derinlik artırılmaya çalışılmaktadır. Cûdi Dağı’nda bulunmanın bir başka esas yönü de egemen sınıfların orada kendilerine doğru akıtacak, özellikle maden ocakları gibi kaynaklar bulmasıdır. Bu yön, kapitalizm ve sömürgeciliğin ne denli iç içe işlediğini ortaya koyan bir yöndür.

Cûdi’de yaşananlar gelecekte yaşanabilecek olanlara yönelik yeni bir perspektif sunması bakımından önemlidir. Yine, Yeni Özgür Politika’daki yazı dizilerinde Renas Cûdi’nin ifade etmiş olduğu gibi burada mekandan insanı etmeye dönük bir politika söz konusudur. Zorunlu göç ya da köy boşaltmaları bilinen uygulamalar olmasına karşın mekanın insansızlaştırılması özel bir politik gramere sahiptir. Dolayısıyla bu özel politik gramerdeki yeni pratikler, artık, yerinden edilemeyen insanlar olması durumunda, yerden, mekandan insanları etmeye yöneliktir. Bu anlamda da burada söz konusu olan, yalnızca egemen sınıflar lehine bir ekolojik yıkım değil, mekan ve özne arasındaki hayati ilişkinin koparılmasıdır. Mekanı bu anlamda yeniden okuma adına bir başka örnek olarak, şehir savaşları sonrasında ortaya çıkan şehir planlamaları ve inşaları gösterilebilir.

Kuzey Kurdistan bugün mühendisliğin bütün anlamlarıyla geniş ölçekli bir saldırı altındadır. Adeta, Georges Eugene Haussmann öncülüğünde Paris’in ‘’modern kent’’ konseptine uygun olarak yeniden inşa edilmesinden ilhamla, Kuzey Kurdistan kentlerine yönelik kapsamlı politikalar geliştirildi. Ancak bu benzetmenin bir yanılgı yaratmaması adına, Türkiye devletinin bu politikaları yalnızca sermayenin engellerle karşılaşmaması üzerine değil, aynı zamanda sömürgeci bir güç olarak devletin engellerle karşılaşmaması üzerine kurduğunu belirtmek gerekir. Bu ikisi aynı mekanlarda farklı formlar alır, almak zorundadır da. Almak zorundadır çünkü bazı noktalarda ortaklaşsa da kurucu nedenleri farklıdır. Dolayısıyla belki de Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması üzerine olan tartışmalardaki bakışların ekseriyetinin ıskaladığı bir diğer gerçek olarak bundan bahsetmek gerekir, yani biçimsel düzeyde dahi bir kavrayış zaafiyeti.

Paris’in yeniden inşası nasıl bu değişime zemin hazırlayan koşullar ve nedenlerle ilgiliyse, ki bunlar sonradan kentin sosyal ve ekonomik yaşamının doğrudan devlet tarafından otoriter bir yaklaşımla ele alınması neticesini doğuracaktı, Kuzey Kurdistan’da yaşananların da gerisinde buna benzer bir durum vardır. Fakat buradaki durum da her halükarda farklı olmak zorundadır. Çünkü müdahaleye zemin hazırlayan koşulların ve nedenlerin ortaya çıkmasında olduğu gibi sonrasında kentlerdeki dönüşümün de ortaya çıkmasına neden olan şey kapitalizmin ve sömürgeciliğin iki ayrı olgu olarak bir arada var olmasıdır.

Sûr, Nisêbîn, Gever, Cizîr başta olmak üzere birçok yer de yine bu özel politik gramerin konusudur. Örneğin Sur’da görünen şey modern bir mekan yaratma çabasıdır. Fakat görünenden fazlasıyla işi olduğunu düşünenler için özde Sur’da olan modern bir sömürge kenti yaratmaktır. Bu süreç, mekanın aynılaştırılması ve aynı lisanı konuşur hale getirilmesi üzerine kuruludur. Son kertede hedeflenen, mutlak kontrolü sağlanan sömürgeleştirilmiş mekanlarda mutlak anlamda sömürgeleştirilmiş özneler yaratma sürecini nihayete erdirmektir. Bu sömürgeci için yalnızca sömürgeye yönelik bir şey de değildir, bunu yapmakla aynı zamanda kendi içine de hitap etmektedir. İşte, Türkiye’de devam eden faşizmin kurumsallaşması süreci tartışmaları tam da bu kesişim kümesine düşmek zorundadır. Burada düşülecek hata bu dönüşümü yalnızca sermaye sınıfının Kuzey Kurdistan üzerindeki ihtiyaçları bağlamında okumaktır. Çekici bir yanılgı olduğu için düşülmesi de kolay bir hatadır. Bu iki olgunun sonuçta aynı yere çıkacağı üzerine bir karşı iddia geliştirilebilir, ancak buna cevabımız basittir. Kapitalizm ve sömürgecilik birbiriyle yakından ilişkili, iki ayrı şeydir.

Türkiye’nin Kuzey Kurdistan üzerine yeni ve özel politik grameri kendine doğrudan bedenler üzerinden de karşılık bulmak çabasındadır. Kimliğinin tanım kontrolünü kendi elinde tutma çabasında olan her Kurdistanlı’nın bedeni bugün Türk devleti için bir mekandır. Burada beden, artık mekanın bir formu olarak vardır. Türk Devleti kendisini yalnızca Kurdistan toprakları üzerinde değil, bedenler üzerinde de göstermek ister. Gerekirse bu beden mekanını savaş alanına çevirir ve yıkıntıların üzerine yeni bir beden mekanı inşa eder. Burada söylenenler ile bir şeyler ağızda geveleniyor değildir, Türk devletinin yalnızca yaşayan Kürt bedenleriyle değil, aynı zamanda ölü Kürt bedenleriyle, bu ölü bedenlerin mezarlarıyla, mezarı olsun ya da olmasın yaslarla var olan bedenlerle ne kadar ilgilendiğine bakılırsa bu ayrımın hakikati daha iyi anlaşılabilir. Bu beden mekanlarına yönelik ilgi daima var olmuştur fakat belirli kırılmalar söz konusudur ve belirleyi olan bu durumlardır, Kurdistan özelinde bu kırılmaların yine 2015 – 2016 sürecine rastlaması tesadüf değildir. Bu süreç ile birlikte bedenler doğrudan hedef alınır olmuştur ve bedene dair çok boyutlu bir siyasal bakış geliştirilmiştir. Bu bakış önceki dönemlerden farklı olarak, müthiş bir sistematik işleyişe sahiptir. Gerilla ya da genel anlamda direniş hareketi içerisinde bulunanların, mücadele edenlerin bedenleri devlet pratiğinde bilinçli bir sistematik politikanın takip edilmesiyle, bir siyasal mücadele sahasına çevrilmiştir. Bunun yalnızca mücadele içinde direnenlere karşı sergilenen bir politika olmadığı, sistematize edilmiş bir yaklaşımın örnekleri olduğu, burada adını sayamayacağımız kadar çok olan sivile, kadına ve çocuğa yaşatılanlara bakıldığında açıkça anlaşılacaktır. Vurgulanmaya çalışılan farkın daha iyi anlaşılabilmesi açısından, artık söz konusu olanın yalnızca nasıl yaşanılacağına yönelik bir politik kontrol arzusu olmadığı söylenebilir. Bunun yanında ama ayrı bir yerde duracak bir şekilde, nasıl ölüneceğine dair de mutlak bir kontrol arzusu söz konusudur. Bu politik hat, öldürme biçimine yeni formlar kazandırmıştır ve artık ani ölümleri münferit vakıalar hâline getirmiştir, bundan daha çok sistematik olan, uzun vadeli bir nekropolitikadır. Bu durumun Türkiye’de süren tartışmalarla ilgisi açıktır. Yine de belirtmek gerekirse, Fanon, sömürge topraklarında yaşamın da "ölümün de rastlantısallığından" bahsetmişti. Bugün bu olgu, artık, Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir şehri, her bir karışı için gerçektir.

Türk Devleti açısından bahsedilen söz konusu özel politik gramerin legal siyaset alanında da bir karşılığı vardır. Bugün Kürtlerin legal siyaset alanına dair saldırılar da dolayısıyla nitelik değiştirmiş durumdadır. İnkarın kabul ettirilemediği ya da yok etmenin nihayete erdirilemediği bu sosyopolitik bağlamda, Türk Devletinin Kürtlere yönelik siyaseti bütün bir hareket olarak onu da makbulleştirmek üzerine evrilmiştir. Biçimsel bir yok ediş arzusu ortadan kalkmamakla birlikte, biçimsel bir yok ediş çabasından ziyade niteliksel bir yok ediş çabasıdır söz konusu olan. Kürt legal siyaset alanına dönük olan bu bakış konumuzla da doğrudan bağlantılı olarak Türkiye toplumsal muhalefet kesimleriyle de direkt bağlantılıdır. Tam da bu sebeple mevcut politik durumu doğru okumak ve bu duruma uygun politik müdahaleler geliştirmek isteyen, dahası kendisinin gelecekteki durumunu da görmek isteyen her kesim, cevap için gözlerini Kuzey Kurdistan’a, Türk Devleti’nin legal ya da değil Kürt Hareketi ile ilişkilenme biçimine çevirmelidir.

Buradan hareketle, isabetli bir bakışın, önce Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecine ardından da Kürdistan topraklarında söz konusu faşizmin kurumsallaşması sürecinin izdüşümlerine bakışla değil, bunun tersi ve karşılıklılığı ile yapılabileceği söylenebilir. Kuzey Kurdistan statüsüz bir sömürgedir fakat sömürgeci güç üzerinde çok yönlü ve çok güçlü belirleyiciliği olan bir sömürgedir. Kuzey Kurdistan’ın esamesinin bile okunmadığı faşizmin kurumsallaşması üzerine olan analizlerin bu gerçeği görmeyeceğini ya da göremeyeceğini elbette biliyoruz ama zaten tam da bu maliyetsiz ve imtiyazlı körlük, bu yazının yazılma nedenlerinden biridir. Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması tartışılacaksa eğer, bunlar olmazsa olmaz nitelikte hakikatlerdir. Bunun öncelikli nedeni de, içinde bulunduğumuz siyasal sürecin, faşizmi kurumsallaştırma çabaları ve sömürgecilik uygulamaları tarafından, birlikte belirlendiğidir

Şu ana kadar yalnızca Kuzey Kürdistan üzerinde dönüşen devlet pratiklerinden bahsettik fakat bu bir eksikliktir. Bu pratiklerin Kuzey’de olduğu kadar Batı ve Güney Kürdistan üzerinde de çok net tespit edilebilecek izleri mevcuttur. Fakat yazının, derdini çok uzatmadan anlatabilmesi açısından yalnızca Kuzey Kürdistan’a bakışı, bugün için yeterlidir.


Karşılıklı Bir Bakış

Buraya kadar yaptığımız, Türkiye ve Kuzey Kürdistan ilişkisini daha sonra kendi özgünlüğünde de değerlendirmek üzere, öncelikle kapsamlı ve tarihsel bir bağlama oturtmaya çalışmaktı.

Tüm bu anlatılanlarla birlikte gösterdiğimize inandığımız şey, Türkiye ve Kuzey Kürdistan arasındaki sömürge ilişkisinin ve bu ilişkinin özgün niteliğinin, Türkiye’de yaşanan gelişmeleri değerlendirme sürecinde bu ilişkiye özel bir anlam yüklediğidir. Bu ilişkiyi, mutlak bir belirleyen olarak tartışmasına dahil etmeyen her iddia da dolayısıyla eksik kalmaya mahkumdur. Faşizm tartışmaları sömürgecilik ile birlikte ele alınmadığı sürece de Türkiye’de rejim biçimine ve onun pratiklerinin niteliğine sağlıklı bir bakış geliştirilemeyecektir. Bu yüzden, Türkiye’de Kürdistan üzerindeki sömürgeciliğe yönelik bir şey söylemeye hazır olmayanın, faşizm tartışmaları hakkında da söyleyecek pek bir şeyi yoktur.

Bugün dönüşmüş ve yoğunlaşmış biçimde özel bir yeri olmakla birlikte, bu ilişkinin özgün niteliği tarihinin birçok momentinde kendisini göstermiştir. Şu bir tarihsel gerçekliktir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, Fırat’ın batısı ile doğusu arasında takip edilen politik hattın farklı olmasıyla maluldür. Bu anlamda, eleştiriyi çok daha açık ve net olarak belirtmek gerekirse, Türkiye üzerinde dönen faşizm tartışmaları, genel olarak, sömürgecilik ile ilişkisi kurulmadan, bunun çok temel ve mutlak bir eksiklik yaratacağı düşünülmeden ve Kuzey Kürdistan’da dönüşen devlet pratiklerini hesaba katmadan yürütülmektedir. Bunun nedenleri çok çeşitlidir. Kürdistan’da dönüşen sömürgecilik pratikleri ile faşizmin kurumsallaşması sürecini birbirine bağlamayı akıl edememe bilinçli bir siyasal tercih olabileceği gibi, bu bağın kendisinden bihaber dahi olunabilir. Bu bağdan haberin olunmaması da elbette siyasal bir duruma tekabül eder. Hulâsa, bu durumun nedenleri ayrı bir tartışmanın konusu olacak kadar geniştir ve burada üzerinde durulmak istenen nedenler değil bu eksikliğin kendisidir, bu eksikliğin kapatılması arayışıdır.

Cumhuriyet tarihi boyunca, umumi müfettişliklerden olağanüstü bölge valiliklerine kadar kapsamlı bir denetim altında tutulmaya çalışılan Kürdistan topraklarında, bugün, kolonyal müdahalenin, askeri, ekonomik ve sosyo-politik bağlamlarda yeni bir formunun mevcut olduğundan bahsedildi. Bu form Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecini okumada kilit bir rol oynamaktadır. Bunun sebebi, hem faşizm ve sömürgeciliğin kol kola yürümesidir hem de bu sürece Kürdistan merkezli bir bakışın elzem olmasıdır. Doğrusu, Türkiye’nin bir rejim olarak faşistleşme sürecinin Kürdistan’da izlenen siyaseti mutlak anlamda belirlediği değil, Kürdistan’da benimsenen politikaların faşistleşme sürecini sürekli tetiklediğidir. Bu özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti için böyledir. Dolayısıyla bir rejim olarak faşizmi inşa etme ve yerleştirme sürecinde, iktidarın politik gramerini kavramak tüm toplumsal muhalefet kesimleri için hayatidir. Bütün bunların toplamından çıkan sonuç, sürece hakiki anlamda müdahalenin çok boyutlu bir mücadeleyi gerekli kıldığıdır. Bunun önkoşulu da faşizm ve sömürgecilik tartışmalarını bir arada götürmektir.. Çünkü bugün izlenen egemen politik hattı, aynı sınıfsal çıkara tekabül eden faşistleşme süreci ve yeni-kolonyal müdahaleler birlikte belirlemektedir.

Son olarak, Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecine dair yapılan tartışmalar, bu sürecin başarılamamasının nedeni açısından, bakışını, en büyük etken olarak Kürt Özgürlük Hareketine çevirmelidir. Bu nokta, üzerinde ayrı bir yazı ile durulacak kadar önemli ve kapsamlıdır. Yine de geçerken belirtmemiz gereken şey, eğer faşist rejim kurumsallaşamıyorsa, Kürdistan’da makul Kürt, Türkiye’de makul vatandaş tipini başarılı bir şekilde yaratamıyorsa bugün bunun en büyük nedeni Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgün mücadelesidir. Tarihsel dayanakları müthiş bollukta olmasına rağmen, bu gerçek yalnızca Garê hezimetinin/zaferinin maddi ve sembolik içeriğine bakılarak dahi anlaşılabilir. Bütün bu hakikatler dolayısıyla, güçlendirilmesi gereken politik mücadele hattı tam da bu hattır ve yine tam da bu yüzden, bu mücadele hattına tüm güçler kendi özgün dinamikleri ile katılarak, mücadeleyi yükseltmeli ve zenginleştirmelidir. Bu politik hattın en güçlü yanlarından biri de onun enternasyonalist yönüdür. Bu mücadele dinamiğinin enternasyonalist yönü de en güçlü görünümlerini hem Türkiye’de legal siyaset alanında hem de Rojava Devrimi pratiğinde ve sonrasında sunmuştur ve sunmaya da devam etmektedir. Bilhassa Rojava Devrimi’nin çekim gücü, KÖH'ün enternasyonalist yönünü apaçık ortaya koymaktadır. Rojava sürecinin tüm dünyadan, çok farklı uluslardan kendisine çekebildiği binlerce enternasyonalist savaşçı, KÖH’ün mücadele dinamiklerinden olan enternasyonalizmin kendi içinde nasıl güçlü bir yer tuttuğuna dair güçlü bir işarettir. Dolayısıyla da bu güçlü potansiyelin kendini gerçekleştirmesine yönelik dayanışmada bulunmak, bugün acil görevlerin başında gelmektedir.



[i] Wallerstein, I. (1999). Bildiğimiz Dünyanın Sonu. Metis Yayıncılık, s. 9

[ii] Renas Cudi, Cûdi’de yeni-kolonyal müdahale ve eko-kırım, Yeni Özgür Politika, https://justpaste.it/50tdw

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü