Türkiye’de faşizm tartışmaları ve sömürgecilik - Mêxeme Pezkovî
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Dünya çapında süren popülizm tartışmalarına paralel olarak
Türkiye’de de popülizm, sağ popülizm ve faşizm tartışmaları politik gündemi
belirlemeye devam ediyor. Bu yazıda üzerinde özellikle durulacak olan şey
Türkiye’de popülizm ya da faşizm tartışmalarına basitçe bir ek yapma amacından
ziyade devam eden tartışmalarda temel bir eksikliğe vurgu yapmak, bu
eksiklikten oluşan boşluğa dikkatleri çekmek ve bu boşluğu doldurmaya davet
etmektir. Yazının temel tespiti, Türkiye’de süren faşizm tartışmalarının, bu tartışmalarda
ister faşizm tespiti yapılmış olsun isterse de faşizmin henüz inşa sürecinde
olduğu belirtilmiş olsun, Türkiye’nin Kuzey Kürdistan ile içinde bulunduğu
sömürge ilişkisini, bilerek ya da bilmeyerek, göz ardı ettiğidir. Bu tespit
itibariyle de, yazının amacı Türkiye’de süren faşizm tartışmalarının bu açıdan
noksan olduğunu göstermek ve Türkiye’de inşa edilmekte olan rejim biçiminin de
Kuzey Kürdistan ile ilişkisi yerli yerine oturtulmadıkça doğru temelde
anlaşılıp kavranamayacağını iddia etmektir.
Burada öncelikle yapmaya çalışacağımız şey, Türkiye
özelindeki bu tartışmaları tarihsel bağlamına oturtmaya çalışmaktır. Bu sebeple
de yazıyı iki ana kısma ayırmayı, hem kavrayışı kolaylaştırması bakımından hem
de okuyucuyu yormaması bakımından uygun bulduk. İlk kısımda kapitalizmin
küresel krizini ve bunun Türkiye ile olan bağını ele almaya çalışacağız, ikinci
kısımda ise Türkiye’deki krizler toplamının Kuzey Kürdistan ile olan özel
ilişkisine değinmeye gayret edeceğiz.
Kapitalizmin Küresel Krizi ve Türkiye
Tüm dünyada yoğunluğu giderek artan kapitalizmin sistemsel
krizine Immanuel Wallerstein’in tarihsel perspektifinden bakmak kolaylıklar
sağlayabilir. Ona göre bugün tekelvari üretimlerden yüksek kârlar elde etmek
imkansızdır. Buna neden olarak da kapitalist üretimin ana maliyetlerinin artmış
olmasını gösterir ve ekler:
“Modern dünya sistemi tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir
krize girmiştir ve varlığını elli yıl daha sürdürmesi pek muhtemel değildir.
Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu
anda içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını
bilmiyoruz… Geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını
biliyoruz. Sistemin (karmaşıklık teorisinin diliyle konuşmak gerekirse) çatallandığı
bu noktaya gelindiğinde ne olur? İlk sonuç, dünya sistemimizin şu an yaşamakta
olduğu ve muhtemelen bir 20-25 yıl daha yaşayacağı aşırı bir kaotik
karmaşıklıktır.”[i]
Burada bu yazıyı ilgilendirecek olan temel nokta ise,
Wallerstein’in şu ya da bu dinamikler üzerinden temellendirmeye çalıştığı
tarihsellik anlayışını Türkiye-Kurdistan coğrafyalarının bugün içinde bulunduğu
durum özelinde okuma çabasıdır. Kapitalizme, mevcut dünya sistemine bir
tarihsellik atfetmek bir anlamda ona organik bir canlı muamelesi yapmaktır.
Doğan, gelişen ve büyüyen ve en nihayetinde ölen bir canlı. Burada tarihsellik,
kapitalizmin mutlaklılığı algısına karşı
geliştirilmiş küresel bir yanıttır. Bu yanıtın küresel düzeyde oluşu kimi local
bölgelerin kendi özgüllükleriyle farklı bir noktada durduğu gerçeğini
değiştirmiyor. Bunun en açık örneklerinden biri, özellikle de içinde
bulunduğumuz zamanlarda, Türkiye’dir. Peki Türkiye, bugün krizler toplamının,
kendisini bölgesel düzeyde ifade ettiği yansımalarından mı ibarettir? Şüphesiz
Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bunlarla eksiksiz olarak açıklanamaz. Bunun
nedeni, Türkiye’nin yalnızca Türkiye olmaması, Türkiye’nin işgali altında
bulundurduğu topraklara sahip olmasıdır. Bu soğuk ve mesafe konulan gerçeği
dile getirmenin amacı yalnızca bu soğukluktan şikayet etmek, mesafenin oluşuna
itiraz etmek değildir. Bunlardan daha ziyade bu mesafenin, Türkiye özelindeki
kriz ve faşist rejim inşası tartışmalarında analitik olarak yanlışlara
sürükleyeceğidir. Dolayısıyla da metodolojik anlamda Türkiye’ye bakışta
yaratılacak böyle bir boşluğun faşizmin kurumsallaşmasının konuşulduğu bu
zamanlarda var olan açıkları doldurmaya yetmeyeceğidir. Burada bu söylenerek,
Türkiye açısından kapitalist sistemin krizleri ile sömürgecilik siyaseti ve
onun yarattığı avantaj ya da dezavantajlı durumlar arasına mutlak bir ayrım
çekilmemektedir, eğer yapılacak olan bu olsaydı bu da başka bir noktadan yine
metodolojik bir hataya düşüşü ifade ederdi. Bundan ziyade burada, bu iki
durumun öncelikle var olduğunun kabulünden hareketle, bakışı buradaki
ilişkilerin karşılıklılığına yönlendirmek söz konusudur. Bugün kapitalist
sistem küresel olarak yaşadığı krizleri aşabilmiş değildir ve bu anlamda
Türkiye de bu durumdadır fakat durum bununla sınırlı değildir, bunun kanıtı Kuzey
Kurdistan ile ilişkisinin niteliğidir. İşte karşılıklı bakış bunlar üzerine
yapılmalı ve Türkiye’nin bugün bir rejim olarak faşizmi inşa etme sürecinde
olduğu tartışılıyorken Kuzey Kurdistan’ın belirleyiciliği özel olarak
vurgulanmalıdır. Belirleyiciliğin nedenleri, yalnızca Kuzey Kurdistan
üzerindeki sömürgeci siyasetin dönüşen ve derinleşen pratikleri üzerinden
anlaşılabilir.
Dünyanın gerçekten de böyle bir krizler yumağı içerisinde
olup, belirsizliklerle dolu bir geçiş döneminde olduğunu kabul edersek, bu
durumun kendisini en somut olarak gösterdiği yerin bugün Orta Doğu coğrafyası
olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Özel olarak da Kürdistan coğrafyası bu
belirsizlik ve geçiş döneminin temsilcisi gibidir. Bu geçiş ve belirsizlik
dönemi birçok umutla birlikte kaygıyı da beraberinde getiriyor. Dünya
ölçeğindeki bu kaygılardan Türkiye de payını almakta ve tartışmalar bu
eksenlerde devam etmektedir. Bu kaygıların başında ise, tartışmalarda da
ağırlıklı gündemi kaplayan, sağ popülizm ve faşizm geliyor. Sağ popülizmin
istikrarlı yükselişi ve bu yükselişin tarihsel faşizm deneyimleriyle
ilişkilendirilmesi de bu toplumsal kaygıları artıran bir işlev görmüştür. Bu
küresel sistemsel karmaşıklık birçok başka ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
somut olarak pek çok siyasal, ekonomik ve rejim krizine yol açıyor.
Türkiye, Kuzey Kürdistan ile ilişkisi de içinde olmak üzere,
bugün adeta küresel tüm krizlerin kendisini tekil bir örnekte somutlaştırdığı
olağanüstü bir kriz/belirsizlik döneminden geçmektedir. Buna paralel olarak da
devlet, ideolojik ve zor aygıtlarını kullanabildiği kadar esnek kullanmaya
çalışıyor. Bunun birçok başka ülkedeki karşılığı, sağ popülist partilerin
iktidarları elinde tutmayı ve güçlendirmeyi sürdürürken kazanılmış asgari
demokratik hakları baskılamaya çalışmalarıdır. Bu çabalar, bilhassa belirsizlik
ve geçiş dönemlerinde kendi sınırlarını zorlamaya başlarlar ve mevcut düzenin
temel belirleyenlerinden biri haline gelirler.
İşte tam da bu belirsizlik hâli yukarıda Wallerstein için
bahsedilen öngörüyü, Türkiye-Kuzey Kurdistan hattına çekmeyi mümkün
kılmaktadır. Tıpkı dünya sisteminin içinde bulunduğu krizden yakayı
kurtaramamasının nedeninin, yapısal krizlerini atlatmasını sağlayacak yeni
kaynaklar bulamaması olduğu gibi, Türkiye de kendisini yenileyip toparlatacak,
rıza ya da zor ile de olsa meşruiyetini yeniden inşa etmesine olanak tanıyacak
yeni kaynaklar bulmakta zorlanmaktadır. Tam da bu zorluktan dolayıdır ki, bugün
Türkiye’de devlet kendi gücünün sınırlarını aşmaya çalışmakta, kapasitesini zorlamakta
ve buna paralel olarak da siyasi sınırlarının dışına taşmaktadır. Yine bu
durumun neticeleri olarak da Türkiye’de rejim tartışmaları alabildiğine
genişlemiştir. Rejimin niteliği nedir, nasıl adlandırılmalıdır, bu nitelik ve
adlandırmaya karşılık gelen mücadale biçimleri nedir gibi birçok soru
tartışılmaya devam edilmektedir.
Tartışmayı bu aşamaya taşımadan evvel şu olgu net olarak
vurgulanmalıdır: Tıpkı dünyanın içinde bulunduğu durum gibi, Türkiye –
Kürdistan coğrafyası da bir belirsizlik ve geçiş döneminden geçmektedir.
Belirsizlik durumlarında ve geçiş dönemlerinde, denge durumundan farklı olarak
girdilerin ve çıktıların etkisi değişiklik gösterir. Artık bu dönemde söylemsel
ya da eylemsel düzeyde, gündelik hayatta ‘’küçük’’ olan ve öyle görülen her
girdi, ‘’büyük’’ olan ve öyle görülen çıktılara yol açabilir. Bu durum,
belirsizlikler ile kendisini ortaya koyan, geçiş dönemine has bir olgudur ve
bugün Türkiye- Kuzey Kurdistan tam da bu olgunun hakim olduğu bir dönem
içerisindedir.. Bu bakışa göre, tam da Wallerstein’ın sahiplendiği gibi,
bugünkü dünyada ister bireysel ister kolektif olsun yapılan hiçbir eylem, karşı
koyuş boşuna gitmeyecektir, aksine geçiş döneminin nereye yöneleceğini
etkileyebilecektir. Dolayısıyla bu kadar kaygan ve belirsiz bir dönemde
yukarıda bahsedilen sorulara doğru cevaplar üretebilmek kolay iş değildir. Bu
bağlamda da, geçiş döneminin niteliği nedir, nasıl ve ne ile ilişkilendirilerek
bakılmalıdır gibi sorular bu yazının esas olarak ilgilendiği hususlardır. Fakat
yazıda yapılacak olan, bu sorulara cevaplar üretmeye çalışmak ya da cevaplar
vermek değil, cevapların aranış sürecinde hangi belirleyenlere odaklanmak
gerektiğini saptamaya çalışmaktır. Bunu yapmaya çalışırken, temel itkisi,
Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması süreci üzerine olan çalışmaların çoğunun,
bunu, Kurdistan ve Kurdistan üzerindeki dönüşen ve derinleşen devlet
politikalarını inceleme sürecine dahil etmeden yapmalarına yönelik eleştirel
bir bakıştır.
Popülizmin ya da Faşizmin Ötesinde
Özellikle ABD, Britanya, Fransa başta olmak üzere Batı
ülkelerinde popülizmin yükselişe geçmesi ve bunun sürdürülebilmesi, dünya
siyasetinde belirleyici bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Dolayısıyla da
son 5-6 yıldır, dünya siyasetinde olanları anlamlandırmak üzere en çok başvurulan
kavramların başında popülizm geliyor. Bu durum bu kavramın kesin ve kabul
edilebilir bir tanımının olmamasına rağmen böyledir. Tanımlama çabaları
sürerken, popülizm kavramına yapılan vurgular bir noktadan sonra faşizm
kavramını da gündemin içerisine çekti. Bunun nedeni bir yandan popülizme
ilişkin tanımlama ya da onun özelliklerini belirleme sürecinde onda faşizmde de
görülebilecek durumlarla karşılaşılmasıyken diğer yandan da tarihsel faşizm
deneyimlerine bakıldığında orada bugünkü popülizmin belirtilen özelliklerinin
de tespitinin yapılabilmesidir. Kısaca faşizme bakıldığında da popülizm ile
ilişkilendirilen olgular ortaya çıkmakta ve bunun tersi de olmakta. Buna bağlı
olarak da bir rejim olarak faşizmin ortaya çıkması sürecinde popülizmin bu rejim
inşasına yönelik bir ön aşama ya da ön adım olduğu yönünde tartışmalar da
sürecin içerisine dahil edilmiştir. Bu bağlamda, birinde diğerinden izler
görebilme durumu açıkken ve buna ek olarak da , söz konusu iki kavramın net bir
tanımının olmaması durumu, hem her bir kavrama bakışı zorlaştırmakta hem de iki
kavramın kesiştiği ya da ayrıştığı noktaları belirlemeyi güçleştirmektedir.
Popülizme ilişkin üzerinde uzlaşılmış bir tanım olmasa da
onun belirli özellikleri üzerinde genel bir kabulden bahsedilebilir. Öyleyse
günümüzde popülizme ve popülist iktidar biçimlerine atfedilen ve genel olarak
kabul gören bu özellikler nelerdir? Bunların başında, kıyamet benzeri, geri
döndürülemez bir çöküş propagandası, oldukça zayıf bir hukukun üstünlüğü ve
yine oldukça zayıf bir güçler ayrılığı anlayışı, siyasi hoşgürü ve çoğulculuk
karşıtlığı, siyasetin dinselleştirilmesi, diktatörlüğün inkarı, ulvi
özelliklere sahip karizmatik bir liderin varlığı, bu lider şahsında halkın
temsil edilmesi, radikal milliyetçilik, hareket ve liderin bütün olarak halkla
özdeşleştirilmesi, anti-elitizm, her şeyi halk ile halk için yapma iddiası ve
homojen bir halk anlayışı ve kendisini demokrasinin esas savunucusu olarak
sunma gibi özellikler geliyor. Bu iktidar biçiminin bu özellikleri her bir ülkede
kendisini farklı biçimlerde sunar. Popülizme üzerinde tümüyle uzlaşılmış bir
tanımın ortaya konamamasının bir nedeni de budur. Bu özellikler arasında
şüphesiz faşist rejimlerde de görülebilecek olanlar vardır. Fakat faşizm ve
popülizm arasındaki ilişki özellik eşitlemeleri ile anlaşılamayacak kadar
karmaşıktır. Bu karmaşıklığı getiren şey, faşizmin oldukça özgün bir ideoloji
ve rejim biçimi olmasının yanı sıra, bu ilişkilerin bir boşlukta değil de,
canlı bir politik alanda, hareket eden toplumsal çelişkiler içinde
varolmasıdır.
Yukarıda bahsedilen ve son 5-6 yılın hakim tartışmalarından
biri olduğu söylenen popülizm-faşizm tartışmalarına Türkiye üzerinden bakmak
bizi çok daha karmaşık bir ilişkiler ağı ile karşı karşıya getirir. Bunun temel
nedeni Türkiye’nin küresel düzeyde beliren kimi krizleri taşıyor olmasının yanı
sıra, Kuzey Kurdistan ile bir sömürge ilişkisi içinde olmasıdır. Bu ilişki
Türkiye’de rejimin dönüşen niteliğini hem belirlemekte hem de onun tarafından
belirlenmektedir. Bu karşılıklı belirleme ve belirlenme süreci, Türkiye’de
rejimin dönüşen niteliğinin doğru kavranması açısından da hayati bir noktada
durmaktadır. Bunun en temel nedeni rejimin tüm aygıtlarını devreye sokarak
saldırılarını her alanda sıklaştırmasının Kuzey Kurdistan üzerindeki işgali ve
sömürgeci pratikleriyle doğrudan bağlantılı olmasıdır. Türkiye üzerinde dönen
popülizm-faşizm tartışmalarının bilinçli ya da bilinçsiz atladığı nokta da tam
olarak bu duruma karşılık gelmektedir. Tartışmalar sürdürülürken veri olarak kabul
edilen şey, tek bir ülkeden, dolayısıyla da bu ülkenin dinamiklerinden söz
etmektir.
Bu gibi bir yaklaşım, mutlak bir gerçeği hesaba katmadığı
için mutlak bir yanılgıya düşecektir. Mutlak gerçek Kuzey Kurdistan’ın işgal ve
sömürgeci bir tahakküm altında olması ve Türkiye’nin seyrettiği çizginin de bu
işgal ve sömürgeci tahakküm gerçeği ile ilişki içinde belirlendiğidir. Mutlak
yanılgı, faşizm ya da onun tarihsel olarak farklı iktidar biçimlerinde ortaya
çıkan kimi özelliklerinin tarihini ve pratiklerini, sömürgecilik tarihi ve
pratiklerine bağlamadan anlamanın mümkün olduğu düşüncesidir. Bu yazının da
esas olarak üzerinde durduğu husus budur, yani, Türkiye’nin Kuzey Kurdistan
üzerindeki pratikleri hesaba katılmadan yapılacak herhangi bir popülizm ya da faşizm
tartışmasının mutlak bir yanılgı ve eksiklik yaratacağı iddiası.
Türkiye’nin Krizleri ve Sömürge Kuzey Kürdistan'da Rejim Pratikleri
‘’Mekana işaret etmeyen söylem ölümcül bir boşluktur, laf
kalabalığıdır.’’
Henri Lefebvre
Buraya kadar, küresel kapitalist sistemin ve Türkiye’nin
krizleri üzerinde durmaya çalıştık. Şimdi ise Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm
krizlerin esas belirleyicilerinden biri olan Kuzey Kürdistan ile ilişkisine
değinmeye çalışacağız. Bu hem Türkiye’deki krizleri yukarıda bahsedilen tarihsellik
içerisine doğru bir biçimde yerleştirmeye hem de Türkiye’nin sömürgesi Kuzey
Kürdistan ile olan özel ilişkisinin kendisi üzerindeki belirleyiciliğini
göstermeye yardımcı olacaktır. Bunu, bir sömürgeci güç olarak Türkiye’nin,
Kuzey Kürdistan üzerindeki dönüşen ve yoğunlaşan sömürgeci pratikleri üzerinden
ifade etmeye çalışacağız.
Sömürgecilik literatüründe sömürgeci pratikler özel bir
ilgiye mazhar olmuştur. Bu ilginin temelinde de bu pratiklerin hem
sömürgeleştiren için hem de sömürgeleştirilen için özel bir anlama sahip olması
yatıyor. Bunun güçlü bir örneği Bolivya tarihinde mevcuttur. Morales, ülkesinin
ilk yerli devlet başkanı olarak Bolivya’dan sömürgeciliğin izlerini silme
politikasına, başkent La Paz’daki parlamento binasının tepesinde bulunan saat
kulesindeki akrep ve yelkovanı, bilinenin tersi yönünde hareket ettirerek
başlamıştı. Sömürgeciliğin izlerinden kurtulmanın önemine yönelik bu sembolik
hamle, sömürgeci uygulamarın halklar nezdinde ifadesini bulan somut
gerçekliğine işaret etmektedir. Bu somut gerçeklikler yaşamı kuşatabilen bir
niteliğe sahiptir. Çıplak şiddetten ölü bedenleri hedef almaya kadar genişlik
gösteren bu nitelik kuşatıcı etkisiyle mutlak belirleyici olma iddiasını taşır.
Genişleyen ve sistematikleşen sömürgeci pratiklerin uygulama sahası ne kadar
geniş olursa etki alanı da o kadar geniş olmaktadır. Bugünün dünyasında
genişlemiş ve sistematikleşmiş bu sömürgeci uygulamaların en aleni ve çıplak
görünümüne Kuzey Kurdistan sahne olmaktadır. Belirli bir zamana kadar Türkiye-Kuzey
Kurdistan ilişkisi sömürgecilik pratikleri bağlamında çıplak şiddet ve karmaşık
bir sistematikliğe sahip olmayan organizasyonel pratikler ile
özdeşleştiriliyordu. Fakat bugün bu aşama fazlasıyla geride bırakılmış
durumdadır. Türkiye’nin Kuzey Kurdistan üzerindeki sömürgeci siyaseti, bugün en
kapsamlı ve sistematik hâline kavuşmuştur. Bu sömürgeci ilişki bir yandan
belirli pratikler üzerinden kendini var edip kalıcı kılmaya çalışırken diğer
yandan da sömürgeleştirileni kendi olarak yok edip süreksiz kılmayı
hedeflemektedir. Bunu da hem biçimsel olarak münferit politikalar üzerinden hem
de doğrudan kitlesel ve total yönü ağır basan politikalar üzerinden yapmaya
çalışmaktadır. Bu süreç, Türkiye – Kuzey Kurdistan ilşkisi özelinde, bilhassa
son yıllarla birlikte daha sistematik bir hâl almıştır ve devletin pratikleri
de bu bağlamda vuku bulmuştur.
Toplumsal çelişkilerin ve siyasal krizlerin artmasına
paralel olarak, neredeyse tüm dünyada, egemen güçlerin saldırısı da artmaya
devam ettiği için popülizm – faşizm tartışmaları alabildiğine genişlerken, buna
Türkiye üzerinden bir cevap bulma arayışına girmeden önce yapılması gereken
Türkiye’nin Kuzey Kurdistan ile olan sömürge ilişkisinin doyurucu bir
çözümlemesini yapmaktır. Bu çözümlemenin koşulu sürece yönelik veri
toplamaktır. Çoğunlukla yapılan ise yeterli veri olmadan cevaplar üretmeye
kalkmaktır ama esas sorun verinin olmaması da değildir, verinin yok hükmünde
olmasıdır. Rejimin niteliğini belirleme kudreti bu kadar yüksek olan Kurdistan
toplumsal durumuna bakış bu açıdan bilimsel olduğu kadar politik bir tutumdur.
Bunu yapmanın bir yolu da öncelikle Türkiye’nin Kuzey Kurdistan’da özellikle
son yıllarda dönüşen uygulamalarına bakmaktır. Kuzey Kurdistan’da bu dönüşen
uygulamalara paralel olarak Türkiye’de faşizm-popülizm tartışmalarının çıkması
ve yükselmesi bahsedilen belirleme kudretini de kanıtlar niteliktedir.
Bu anlamda bu dönüşüm sürecinde belirli pratikler özellikle
kendisini 2014-2015 sürecinde ve sonrasında göstermeye başlamıştır. Örneğin,
2014 tarihli MGK kararları ilerleyen sürecin temel belirleyenlerinden biri
olmuştur. Bu kararlar, ‘’Çöktürme Planı’’ çerçevesinde değişen ve dönüşen yeni
adımlar, takip eden süreçte benimsenen politik yaklaşımlar, Kuzey Kürdistan’da
karşılığını başta mekan ve beden politikası üzerinden bulsa da, uygulama sahası
çok daha geniş olmuştur. Burada söz konusu olan savaş stratejisindeki değişimin
farklı alanlardaki yansımalarıdır. Örneğin, Renas Cûdi'nin[ii]
de belirttiği gibi, mekan politikasının yoğunlaşmış biçimde kendini var ettiği
ilk yerlerden biri Cûdi Dağı ve çevresidir. Kürdistan’ın toplumsal tarihinde,
Cûdi Dağı’nın Kürt halkı için simgesel ve politik anlamı açıktır. Yalnız bir
yaşam alanı değil, aynı zamanda merkezi güçlere karşı bir direniş sahası da
olmuştur. Dolayısıyla saldırının yoğunlaşmış biçimlerinin bu gibi mekanlara
olması şaşırtıcı değildir. Öncelikle, Cûdi Dağı insanlar dahil müthiş bir canlı
çeşitliliğine yaşam alanı sağlamaktadır. Bu bağlamda burada ortaya konan
pratikle yaşam alanlarının doğrudan kendisi hedef alınmaktadır. Fakat
hedeflenen yalnızca bu değil, bununla birlikte toplumsal-kolektif hafızanın da
yok edilmesidir. Bu amaçla çok boyutlu rejim pratikleri devreye girmiştir. İş
sahalarının kurulmasının yanı sıra kalekollar, karakollar, yollar inşa edilerek
bu derinlik artırılmaya çalışılmaktadır. Cûdi Dağı’nda bulunmanın bir başka
esas yönü de egemen sınıfların orada kendilerine doğru akıtacak, özellikle
maden ocakları gibi kaynaklar bulmasıdır. Bu yön, kapitalizm ve sömürgeciliğin
ne denli iç içe işlediğini ortaya koyan bir yöndür.
Cûdi’de yaşananlar gelecekte yaşanabilecek olanlara yönelik
yeni bir perspektif sunması bakımından önemlidir. Yine, Yeni Özgür
Politika’daki yazı dizilerinde Renas Cûdi’nin ifade etmiş olduğu gibi burada
mekandan insanı etmeye dönük bir politika söz konusudur. Zorunlu göç ya da köy
boşaltmaları bilinen uygulamalar olmasına karşın mekanın insansızlaştırılması
özel bir politik gramere sahiptir. Dolayısıyla bu özel politik gramerdeki yeni
pratikler, artık, yerinden edilemeyen insanlar olması durumunda, yerden,
mekandan insanları etmeye yöneliktir. Bu anlamda da burada söz konusu olan,
yalnızca egemen sınıflar lehine bir ekolojik yıkım değil, mekan ve özne
arasındaki hayati ilişkinin koparılmasıdır. Mekanı bu anlamda yeniden okuma
adına bir başka örnek olarak, şehir savaşları sonrasında ortaya çıkan şehir
planlamaları ve inşaları gösterilebilir.
Kuzey Kurdistan bugün mühendisliğin bütün anlamlarıyla geniş
ölçekli bir saldırı altındadır. Adeta, Georges Eugene Haussmann öncülüğünde
Paris’in ‘’modern kent’’ konseptine uygun olarak yeniden inşa edilmesinden
ilhamla, Kuzey Kurdistan kentlerine yönelik kapsamlı politikalar geliştirildi.
Ancak bu benzetmenin bir yanılgı yaratmaması adına, Türkiye devletinin bu
politikaları yalnızca sermayenin engellerle karşılaşmaması üzerine değil, aynı
zamanda sömürgeci bir güç olarak devletin engellerle karşılaşmaması üzerine
kurduğunu belirtmek gerekir. Bu ikisi aynı mekanlarda farklı formlar alır,
almak zorundadır da. Almak zorundadır çünkü bazı noktalarda ortaklaşsa da
kurucu nedenleri farklıdır. Dolayısıyla belki de Türkiye’de faşizmin
kurumsallaşması üzerine olan tartışmalardaki bakışların ekseriyetinin
ıskaladığı bir diğer gerçek olarak bundan bahsetmek gerekir, yani biçimsel
düzeyde dahi bir kavrayış zaafiyeti.
Paris’in yeniden inşası nasıl bu değişime zemin hazırlayan
koşullar ve nedenlerle ilgiliyse, ki bunlar sonradan kentin sosyal ve ekonomik
yaşamının doğrudan devlet tarafından otoriter bir yaklaşımla ele alınması
neticesini doğuracaktı, Kuzey Kurdistan’da yaşananların da gerisinde buna
benzer bir durum vardır. Fakat buradaki durum da her halükarda farklı olmak
zorundadır. Çünkü müdahaleye zemin hazırlayan koşulların ve nedenlerin ortaya
çıkmasında olduğu gibi sonrasında kentlerdeki dönüşümün de ortaya çıkmasına
neden olan şey kapitalizmin ve sömürgeciliğin iki ayrı olgu olarak bir arada
var olmasıdır.
Sûr, Nisêbîn, Gever, Cizîr başta olmak üzere birçok yer de
yine bu özel politik gramerin konusudur. Örneğin Sur’da görünen şey modern bir
mekan yaratma çabasıdır. Fakat görünenden fazlasıyla işi olduğunu düşünenler
için özde Sur’da olan modern bir sömürge kenti yaratmaktır. Bu süreç, mekanın
aynılaştırılması ve aynı lisanı konuşur hale getirilmesi üzerine kuruludur. Son
kertede hedeflenen, mutlak kontrolü sağlanan sömürgeleştirilmiş mekanlarda
mutlak anlamda sömürgeleştirilmiş özneler yaratma sürecini nihayete
erdirmektir. Bu sömürgeci için yalnızca sömürgeye yönelik bir şey de değildir,
bunu yapmakla aynı zamanda kendi içine de hitap etmektedir. İşte, Türkiye’de devam
eden faşizmin kurumsallaşması süreci tartışmaları tam da bu kesişim kümesine
düşmek zorundadır. Burada düşülecek hata bu dönüşümü yalnızca sermaye sınıfının
Kuzey Kurdistan üzerindeki ihtiyaçları bağlamında okumaktır. Çekici bir yanılgı
olduğu için düşülmesi de kolay bir hatadır. Bu iki olgunun sonuçta aynı yere
çıkacağı üzerine bir karşı iddia geliştirilebilir, ancak buna cevabımız
basittir. Kapitalizm ve sömürgecilik birbiriyle yakından ilişkili, iki ayrı
şeydir.
Türkiye’nin Kuzey Kurdistan üzerine yeni ve özel politik
grameri kendine doğrudan bedenler üzerinden de karşılık bulmak çabasındadır.
Kimliğinin tanım kontrolünü kendi elinde tutma çabasında olan her
Kurdistanlı’nın bedeni bugün Türk devleti için bir mekandır. Burada beden,
artık mekanın bir formu olarak vardır. Türk Devleti kendisini yalnızca
Kurdistan toprakları üzerinde değil, bedenler üzerinde de göstermek ister.
Gerekirse bu beden mekanını savaş alanına çevirir ve yıkıntıların üzerine yeni
bir beden mekanı inşa eder. Burada söylenenler ile bir şeyler ağızda
geveleniyor değildir, Türk devletinin yalnızca yaşayan Kürt bedenleriyle değil,
aynı zamanda ölü Kürt bedenleriyle, bu ölü bedenlerin mezarlarıyla, mezarı
olsun ya da olmasın yaslarla var olan bedenlerle ne kadar ilgilendiğine bakılırsa
bu ayrımın hakikati daha iyi anlaşılabilir. Bu beden mekanlarına yönelik ilgi
daima var olmuştur fakat belirli kırılmalar söz konusudur ve belirleyi olan bu
durumlardır, Kurdistan özelinde bu kırılmaların yine 2015 – 2016 sürecine
rastlaması tesadüf değildir. Bu süreç ile birlikte bedenler doğrudan hedef
alınır olmuştur ve bedene dair çok boyutlu bir siyasal bakış geliştirilmiştir.
Bu bakış önceki dönemlerden farklı olarak, müthiş bir sistematik işleyişe
sahiptir. Gerilla ya da genel anlamda direniş hareketi içerisinde bulunanların,
mücadele edenlerin bedenleri devlet pratiğinde bilinçli bir sistematik
politikanın takip edilmesiyle, bir siyasal mücadele sahasına çevrilmiştir.
Bunun yalnızca mücadele içinde direnenlere karşı sergilenen bir politika olmadığı,
sistematize edilmiş bir yaklaşımın örnekleri olduğu, burada adını
sayamayacağımız kadar çok olan sivile, kadına ve çocuğa yaşatılanlara
bakıldığında açıkça anlaşılacaktır. Vurgulanmaya çalışılan farkın daha iyi
anlaşılabilmesi açısından, artık söz konusu olanın yalnızca nasıl
yaşanılacağına yönelik bir politik kontrol arzusu olmadığı söylenebilir. Bunun
yanında ama ayrı bir yerde duracak bir şekilde, nasıl ölüneceğine dair de
mutlak bir kontrol arzusu söz konusudur. Bu politik hat, öldürme biçimine yeni
formlar kazandırmıştır ve artık ani ölümleri münferit vakıalar hâline
getirmiştir, bundan daha çok sistematik olan, uzun vadeli bir nekropolitikadır.
Bu durumun Türkiye’de süren tartışmalarla ilgisi açıktır. Yine de belirtmek
gerekirse, Fanon, sömürge topraklarında yaşamın da "ölümün de
rastlantısallığından" bahsetmişti. Bugün bu olgu, artık, Türkiye
Cumhuriyeti’nin her bir şehri, her bir karışı için gerçektir.
Türk Devleti açısından bahsedilen söz konusu özel politik
gramerin legal siyaset alanında da bir karşılığı vardır. Bugün Kürtlerin legal
siyaset alanına dair saldırılar da dolayısıyla nitelik değiştirmiş durumdadır.
İnkarın kabul ettirilemediği ya da yok etmenin nihayete erdirilemediği bu
sosyopolitik bağlamda, Türk Devletinin Kürtlere yönelik siyaseti bütün bir
hareket olarak onu da makbulleştirmek üzerine evrilmiştir. Biçimsel bir yok
ediş arzusu ortadan kalkmamakla birlikte, biçimsel bir yok ediş çabasından
ziyade niteliksel bir yok ediş çabasıdır söz konusu olan. Kürt legal siyaset
alanına dönük olan bu bakış konumuzla da doğrudan bağlantılı olarak Türkiye
toplumsal muhalefet kesimleriyle de direkt bağlantılıdır. Tam da bu sebeple
mevcut politik durumu doğru okumak ve bu duruma uygun politik müdahaleler
geliştirmek isteyen, dahası kendisinin gelecekteki durumunu da görmek isteyen
her kesim, cevap için gözlerini Kuzey Kurdistan’a, Türk Devleti’nin legal ya da
değil Kürt Hareketi ile ilişkilenme biçimine çevirmelidir.
Buradan hareketle, isabetli bir bakışın, önce Türkiye’de
faşizmin kurumsallaşması sürecine ardından da Kürdistan topraklarında söz
konusu faşizmin kurumsallaşması sürecinin izdüşümlerine bakışla değil, bunun
tersi ve karşılıklılığı ile yapılabileceği söylenebilir. Kuzey Kurdistan
statüsüz bir sömürgedir fakat sömürgeci güç üzerinde çok yönlü ve çok güçlü
belirleyiciliği olan bir sömürgedir. Kuzey Kurdistan’ın esamesinin bile
okunmadığı faşizmin kurumsallaşması üzerine olan analizlerin bu gerçeği
görmeyeceğini ya da göremeyeceğini elbette biliyoruz ama zaten tam da bu
maliyetsiz ve imtiyazlı körlük, bu yazının yazılma nedenlerinden biridir.
Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması tartışılacaksa eğer, bunlar olmazsa olmaz
nitelikte hakikatlerdir. Bunun öncelikli nedeni de, içinde bulunduğumuz siyasal
sürecin, faşizmi kurumsallaştırma çabaları ve sömürgecilik uygulamaları
tarafından, birlikte belirlendiğidir
Şu ana kadar yalnızca Kuzey Kürdistan üzerinde dönüşen
devlet pratiklerinden bahsettik fakat bu bir eksikliktir. Bu pratiklerin
Kuzey’de olduğu kadar Batı ve Güney Kürdistan üzerinde de çok net tespit
edilebilecek izleri mevcuttur. Fakat yazının, derdini çok uzatmadan
anlatabilmesi açısından yalnızca Kuzey Kürdistan’a bakışı, bugün için
yeterlidir.
Karşılıklı Bir Bakış
Buraya kadar yaptığımız, Türkiye ve Kuzey Kürdistan
ilişkisini daha sonra kendi özgünlüğünde de değerlendirmek üzere, öncelikle
kapsamlı ve tarihsel bir bağlama oturtmaya çalışmaktı.
Tüm bu anlatılanlarla birlikte gösterdiğimize inandığımız
şey, Türkiye ve Kuzey Kürdistan
arasındaki sömürge ilişkisinin ve bu ilişkinin özgün niteliğinin, Türkiye’de
yaşanan gelişmeleri değerlendirme sürecinde bu ilişkiye özel bir anlam
yüklediğidir. Bu ilişkiyi, mutlak bir belirleyen olarak tartışmasına dahil
etmeyen her iddia da dolayısıyla eksik kalmaya mahkumdur. Faşizm tartışmaları
sömürgecilik ile birlikte ele alınmadığı sürece de Türkiye’de rejim biçimine ve
onun pratiklerinin niteliğine sağlıklı bir bakış geliştirilemeyecektir. Bu
yüzden, Türkiye’de Kürdistan üzerindeki sömürgeciliğe yönelik bir şey söylemeye
hazır olmayanın, faşizm tartışmaları hakkında da söyleyecek pek bir şeyi
yoktur.
Bugün dönüşmüş ve yoğunlaşmış biçimde özel bir yeri olmakla
birlikte, bu ilişkinin özgün niteliği tarihinin birçok momentinde kendisini
göstermiştir. Şu bir tarihsel gerçekliktir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi,
Fırat’ın batısı ile doğusu arasında takip edilen politik hattın farklı
olmasıyla maluldür. Bu anlamda, eleştiriyi çok daha açık ve net olarak
belirtmek gerekirse, Türkiye üzerinde dönen faşizm tartışmaları, genel olarak,
sömürgecilik ile ilişkisi kurulmadan, bunun çok temel ve mutlak bir eksiklik
yaratacağı düşünülmeden ve Kuzey Kürdistan’da dönüşen devlet pratiklerini
hesaba katmadan yürütülmektedir. Bunun nedenleri çok çeşitlidir. Kürdistan’da
dönüşen sömürgecilik pratikleri ile faşizmin kurumsallaşması sürecini birbirine
bağlamayı akıl edememe bilinçli bir siyasal tercih olabileceği gibi, bu bağın
kendisinden bihaber dahi olunabilir. Bu bağdan haberin olunmaması da elbette
siyasal bir duruma tekabül eder. Hulâsa, bu durumun nedenleri ayrı bir tartışmanın
konusu olacak kadar geniştir ve burada üzerinde durulmak istenen nedenler değil
bu eksikliğin kendisidir, bu eksikliğin kapatılması arayışıdır.
Cumhuriyet tarihi boyunca, umumi müfettişliklerden
olağanüstü bölge valiliklerine kadar kapsamlı bir denetim altında tutulmaya
çalışılan Kürdistan topraklarında, bugün, kolonyal müdahalenin, askeri,
ekonomik ve sosyo-politik bağlamlarda yeni bir formunun mevcut olduğundan
bahsedildi. Bu form Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecini okumada kilit
bir rol oynamaktadır. Bunun sebebi, hem faşizm ve sömürgeciliğin kol kola
yürümesidir hem de bu sürece Kürdistan merkezli bir bakışın elzem olmasıdır.
Doğrusu, Türkiye’nin bir rejim olarak faşistleşme sürecinin Kürdistan’da
izlenen siyaseti mutlak anlamda belirlediği değil, Kürdistan’da benimsenen
politikaların faşistleşme sürecini sürekli tetiklediğidir. Bu özellikle Türkiye
Cumhuriyeti Devleti için böyledir. Dolayısıyla bir rejim olarak faşizmi inşa
etme ve yerleştirme sürecinde, iktidarın politik gramerini kavramak tüm
toplumsal muhalefet kesimleri için hayatidir. Bütün bunların toplamından çıkan
sonuç, sürece hakiki anlamda müdahalenin çok boyutlu bir mücadeleyi gerekli
kıldığıdır. Bunun önkoşulu da faşizm ve sömürgecilik tartışmalarını bir arada
götürmektir.. Çünkü bugün izlenen egemen politik hattı, aynı sınıfsal çıkara
tekabül eden faşistleşme süreci ve yeni-kolonyal müdahaleler birlikte
belirlemektedir.
Son olarak, Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecine
dair yapılan tartışmalar, bu sürecin başarılamamasının nedeni açısından,
bakışını, en büyük etken olarak Kürt Özgürlük Hareketine çevirmelidir. Bu
nokta, üzerinde ayrı bir yazı ile durulacak kadar önemli ve kapsamlıdır. Yine
de geçerken belirtmemiz gereken şey, eğer faşist rejim kurumsallaşamıyorsa,
Kürdistan’da makul Kürt, Türkiye’de makul vatandaş tipini başarılı bir şekilde
yaratamıyorsa bugün bunun en büyük nedeni Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgün
mücadelesidir. Tarihsel dayanakları müthiş bollukta olmasına rağmen, bu gerçek
yalnızca Garê hezimetinin/zaferinin maddi ve sembolik içeriğine bakılarak dahi
anlaşılabilir. Bütün bu hakikatler dolayısıyla, güçlendirilmesi gereken politik
mücadele hattı tam da bu hattır ve yine tam da bu yüzden, bu mücadele hattına
tüm güçler kendi özgün dinamikleri ile katılarak, mücadeleyi yükseltmeli ve
zenginleştirmelidir. Bu politik hattın en güçlü yanlarından biri de onun
enternasyonalist yönüdür. Bu mücadele dinamiğinin enternasyonalist yönü de en
güçlü görünümlerini hem Türkiye’de legal siyaset alanında hem de Rojava Devrimi
pratiğinde ve sonrasında sunmuştur ve sunmaya da devam etmektedir. Bilhassa
Rojava Devrimi’nin çekim gücü, KÖH'ün enternasyonalist yönünü apaçık ortaya
koymaktadır. Rojava sürecinin tüm dünyadan, çok farklı uluslardan kendisine
çekebildiği binlerce enternasyonalist savaşçı, KÖH’ün mücadele dinamiklerinden
olan enternasyonalizmin kendi içinde nasıl güçlü bir yer tuttuğuna dair güçlü
bir işarettir. Dolayısıyla da bu güçlü potansiyelin kendini gerçekleştirmesine
yönelik dayanışmada bulunmak, bugün acil görevlerin başında gelmektedir.
[ii] Renas Cudi,
Cûdi’de yeni-kolonyal müdahale ve eko-kırım, Yeni Özgür Politika, https://justpaste.it/50tdw
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder