Sömürge üretim tarzındaki sınıf çelişkisinin analizi (ya da sömürge toplumsal yapıdaki üretim ilişkilerinin analizi) - I - Mehdi Amel
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Gördüğümüz gibi, hipotezimiz meşruiyetini ve bilimsel
karakterini Marksist teorik temellerden almaktadır. Bu, Marx’ın belirtmiş
olduğu bir üretim tarzının diğer ikisinin kaynaşmasıyla ortaya çıkabileceği
ihtimaline dayanır. Bunun ışığında az gelişmişliği, gerçekten üretimin özel bir
tarzı olarak görüyoruz. Bu, tarihsel süreçte sömürge ilişkiler çerçevesi içinde
üretimin kapitalist ve pre-kapitalist birleşmesi biçimden meydana gelen, az
gelişmiş ülkelerin sömürgeleştirilmesinin sonucudur. Sömürge üretim ilk bakışta
iki açıdan üretimin özel bir tarzı olarak görünür: ilki kapitalist üretimin
pre-kapitalist toplumsal yapıya nüfuz ederek yayılmacı gelişmesi olduğu sürece;
ikincisi kapitalist toplumsal yapı içinde pre-kapitalist üretimin yinelenen bir
tarzda gelişimi olduğu sürece. Üretimin gelişiminin devam etmesi için bunun
dışında bir yapının içinde meydana gelmesi gerekir. Örneğin, sömürge
ilişkilerin himayesi altındaki sömürge bir ülkede kapitalist üretimin
gelişiminin ülkeyi dağıttığı ve yıktığı sürede geleneksel üretim tarzı korunur.[i]
“Geleneksel” üretimin tekrarlayan bir biçimde gelişmesi, bu gelişmenin
gerçekleştiği deforme olmuş “kapitalist” (yani sömürge) üretim yapısından başka
bir şeyin sonucudur. Bunun nedeni, bu çerçevenin “geleneksel” üretimin (tekrarlanmayan)
gelişim ufkunu engellemesi ve şiddetle uzaklaştırmasıdır.
Bunu akılda tutarak, sömürge üretim tarzını üretimin özel
bir tarzı olarak analiz etmeye çalışacağız. Üretim tarzının analizi onun
çelişkili temelinin analizi demektir. Dolayısıyla sömürge üretim tarzının
çelişkilerini ve onun tarihsel gelişim biçimini araştırmalıyız. Böylesine bir
analizde önemli bir noktayı berraklaştırmamızı gerektirir, şöyle ki bu tarzın
çelişkileri, genellikle söylenen, ona özgüdür çünkü çelişkiler sömürge üretim tarzının
gelişimi ve yapısının özgünlüğüyle belirlenmiş kurucu bir yapısal çerçeve
içinde gelişir. Tarzın çelişkilerinin gelişimine yönelik bu yapısal çerçeve
evvela toplumsal yapının içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin
arasındaki ilişkinin temeli olan ekonomik çelişki tarafından belirlenir. Bu
ilişki sırasıyla özel bir üretim tarzının gelişmesi olarak toplumsal gelişmenin
temel çerçevesini oluşturur. Gelişime farklı karakterini veren bu gerçek
ilişkidir. Tarih böyle bir çerçevenin dışında yinelenen diyelim ilerleyen ya da
farklılaşmamış bir hareketten çok belirlenmiş yapısal çerçeve içinde yer alan
bir harekettir. Bunun ışığında sömürge üretim tarzının temel çelişkisini
tanımlayarak başlamalıyız demek oluyor ki onun tarihsel gelişiminin yapısal çerçevesini
tanımlamalıyız.
Marx ünlü metninde şöyle yazar: İnsanlar, sürdürdükleri
toplumsal üretimde kaçınılmaz ve kendi istemlerinden bağımsız belirli
ilişkilere katılırlar; bu üretim ilişkileri kendi üretimlerinin maddi gücünün
belirli bir aşamasına tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, hukuki ve
siyasal üst yapının yükseldiği, toplumsal bilinç biçiminin belirlenmesine
tekabül eden gerçek temeli yani toplumun ekonomik yapısını kurar.
Bu anlaşılması güç, önemli metinde konumuzla ilgili iki
temel fikir vardır. Birincisi, üretim ilişkilerini ve üretici güçleri
gelişmenin çelişkili birliğinde bir araya getiren sürekli uyuşma; ikincisi,
üretim ilişkilerinin üretim biçimleri içinde sosyo-ekonomik yapıyı yani
toplumun tarihsel gelişiminin temelini kurması fikri. Bundan, verili bir
toplumun birliğinin ve uyumunun içindeki üretim ilişkilerinin birliği ve
uyumunda uzandığını anlıyoruz. Bu halde sömürge üretimde bu birliğin ve uyumun
biçimi nedir? Sömürge üretiminin içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin
arasındaki ilişkinin biçimi nedir?
“Sömürge üretimi” kavramını, ihtiyari ya da öznel nedenlerle
“az gelişmiş” ülkelerdeki üretim tarzının yerine belirlemedik. Bu seçim,
“azgelişmiş” ya da “geri kalmış” gibi toplumumuza yapıştırılmış kavramlara
duygusal bir cevap değildir. Bu (duygusal) bir cevap olsaydı yeni olan
“gelişmekte olan ülkeler” kavramını eşit bir şekilde reddetmezdik. Son günlerde
bu yeni terim ekonomik literatürdeki Batı’nın kapitalist düşünürleri arasında
hassas ve sıkıntılı hislerimizi önlemek için rağbet görmektedir! Bu yeni
kavramı bilimdışı ve bu ülkelerdeki bariz üretim tarzını göstermediği için
reddediyoruz. Kapitalist, sosyalist ya da feodal ülkelere başvurduğumuzda
onları yapısal ve tarihsel olarak değerlendirmek için bu ülkelerden bir üretim
tarzı standardı oluşturabiliyoruz. Fakat gelişmiş, gelişmekte olan ya da az
gelişmiş ülkelerde başvurduğumuzda bunların içindeki üretim tarzını anlamakta
güçlük çekiyoruz ya da bu üretim tarzları gizleniyor. Aslında bu ülkelerin
üretim tarzlarının açığa çıkarılması saklamaya çalışanlar açısından tehlike arz
eder. Bütün bu kavramlar benzer şekilde yanlıştır çünkü ‘büyümenin’ neden
sömürge ülkelerde yavaş olduğu ya da gerçekleşmediğinin gerçek, yapısal ya da
tarihsel nedenlerini gizlemektedir. “Sömürge üretim” terimi tercihimiz
“azgelişmişlik” için bir ışıktır ve onun gelişiminin boyutlarını tespit eden
rasyonel, bilimsel bir amaçtan meydana gelir. Terimimiz, bu üretimin tüm
oluşumunun tarihsel boyutlarına (yani yapısal çerçeveye) dikkat çekmektedir.
Sömürgeleştirilmiş ülkelerde üretim güçlerinin gelişmesi
için sömürge ilişkiler tarihsel çerçevede kurulur. Sömürgecilik, yeni üretim
ilişkilerini oldukça şiddetli bir yolla bu ülkelere tanıtır.[ii]
Bu yeni üretim ilişkileri üretim güçlerini geliştirir ve şekillendirir. Sömürge
ülkelere yerleştirilen bu yeni üretim ilişkileri, önceden var olan kalkınma
yapısını içerden imha ederek, yani bu ülkelerin mantıksal tarihi gelişiminden
radikal bir şekilde farklılaşarak ilerler. Avrupa’daki feodalizmin tarihsel gelişimiyle
zuhur etmiş üretimin kapitalist ilişkilerinin tersine sömürge ülkelerde zuhur
etmiş üretim ilişkileri sömürgecilikten önce var olan üretim tarzının içsel
kalkınmasının zorunlu bir sonucu değildir. Çünkü bu üretim ilişkileri, sömürge
ilişkileri ve doğrudan sömürge kuralları altında biçimlendirilir; onları
üretimin sömürge ilişkisi olarak imlemeliyiz. Bu sadece sömürgeciliğin ülkedeki
üretici güçlerin gelişmesini serbest bırakabilmesi ile önceden var olmuş
kalkınma yapılarının yıkılması aracılığıyla sömürgeciliğin kurallarına bağlı
olarak ve daha sonra kapitalist üretim fikrine doğru yönlendirerek mümkün hale
gelir. Sömürge öncesi üretim ilişkileri, kendi bölümlerinde üretim güçlerini
etkinleştirmekten ziyade paralize olmuş ve tarihi tekrar eden bir döngüye
itmiştir. Böylece sömürgecilik, sömürgeleştirilmiş ülkelerin var olduğu
durgunluk durumunu yok ederek o zamana kadar üretemeyen üretim güçlerini
serbest bırakan tarihin itici bir gücü gibi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte,
bu tarihsel fenomen -bütün sömürge ülkelerdeki en önemlilerinden biri- yeniden
değerlendirilmeyi hak ediyor. İşin aslı şu ki bu ülkelerdeki bir üretim
tarzından diğerine geçiş özel olarak sömürge öncesinden sömürge üretim tarzına,
başlangıçtaki üretimin yörüngesinin mantığına göre gelişmedi. Bundan ziyade
yörüngenin içindeki yapısal değişikliğin sonucuydu yani dış güçler tarafından
belirlenen gelişiminin mantığının bükülmesinin sonucuydu. Bu tarihsel fenomenin
önemi devrimi hatırladığımızda, Marksist algıda bilimsel olarak bir üretim
tarzından diğerine geçiş yani bir toplumsal yapıdan diğerine geçişte ortaya
çıkar.
Bununla birlikte devrim tarihin gerçek, doğasındaki
potansiyeli gerçekleştirmesi yoluyla özgürleşmesi olduğundan sömürgeleştirilmiş
ülkelerdeki sömürge üretim tarzına geçiş bir devrim olarak nitelendirilmedi.
Sömürgecilik aslında bu ülkelerin tarihine karşı bir devrim ve onlara karşı bir
güçtür. Tarihlerindeki özgürlük hareketlerinden ziyade sömürgecilik özlerinde
bulunan gelişim olasılığını engellemiştir. Sömürge ülkeler kendi
sömürgeleştirilmeleri ve tarihlerindeki sömürge gelişiminin çelişkileri
aracılığıyla tarih sahnesine çıktılar. Tarihe gelmeleri üzerine sömürge ülkeler
kendilerinin önceki gelişim ufkunun engellediğini gördüler. Onları tarihe
getiren güç -şiddet-, bu ufukları tıkayanın bizzat kendisiydi. Sömürgecilik
ülkemizin tarihini engelledi ve onun hareketini biçimsizleştirdi. Bu
durgunlaşmadan özgürleşmenin tarihinde sömürgecilik, bağımlılığa doğru bir ufuk
çizdi. Bu nedenle bu özgürleşmeden çok yok etme devriminin kuruluşuydu. Gerçek
devrim zorunlu olarak, sömürgeciliğin sahip olduğu yok etme gücünden özgürleşme
amacıyla sömürgeciliğe karşı savaşmalıdır. Böylelikle ciddi bir soru sormalıyız
sömürge üretim tarzı tasarlanmış olmasaydı bile kendiliğinden, kendi kendini
idame ettiren bir üretim tarzı olabilir miydi? Bu sorunun kaçınılmazlığı, iki
faktörü hesaba kattığımızda keskin bir şekilde ortaya çıkıyor: Birincisi,
sömürge üretim tarzının biçimlendirildiği tarihsel durum; ikincisi, (kendi
içinde yetiştirilen) üretim ilişkilerini zorunlu olarak deforme eden bir
çerçevede olsa da, sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçler tarafından
ortaya çıkarılan sınırlı (ve nihayetinde engellenen) gelişme ufku. Bu sorunun
üzerinde ısrarcı olurken kendimizle çelişmiyoruz. Gördüğümüz gibi bu nedenle bu
üretim tarzı tamamen kendiliğinden ya da yapısal olarak bağımsız olamaz ve
tarihsel formasyonu ya da içsel kalkınmasından herhangi birine baktığımızda en
ayırt edici karakterinin bağımlı yapısı olduğu görülmektedir.
Sömürge ülkelerde, sömürgeciliğin yayılmacı üretiminin
himayesindeki üretici güçleri “özgürleştirmek” aslında bu güçlerin kendi
gelişimlerindeki yapısal sınırların tarihsel deformasyonudur. Bunun nedeni,
sömürge ülkelerdeki üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkilerinin
yaratılmasıyla (örneğin Avrupa'da olduğu gibi) değil, daha çok yeni sömürgeci
üretim ilişkilerinin yaratılmasıyla serbest bırakılmasıdır. Marx’ın daha önce
metninde açıkça söylediği gibi, üretim güçleri kendi toplumsal ilişkilerine
dayanır ve aksi mümkün değildir. Bu güçler soyutlamayla gelişmez fakat üretim
ilişkisinin belirli bir çerçevesinde belirlenir. Özellikle toplumsal üretim
ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin çerçevesini belirler ve genel olarak
üretimi şekillendirir. Bu
toplumsal güçler gelişse bile, üretim güçlerinin oluşturduğu çerçeveyi aşamaz.
Sömürge üretim ilişkileri zorunlu ve yapısal olarak sömürgeciliğin
özgürleştirdiği üretici güçlerin gelişimiyle sınırlanmıştır. Sömürge ve
kapitalist üretim ilişkileri arasındaki fark, hem tarihsel oluşumları hem de
yapısal özleri açısından çok büyüktür. Onların arasındaki yapısal farklılık her
birini oluştuğu tarihsel formasyondan kaynaklanır. Üretimin kapitalist
ilişkiler tarzı, feodal üretim çerçevesi içinde, ilk olarak üretici güçlerin
gelişimi tarafından biçimlendirilmiştir. Feodal çerçevenin zorunlu bozulması
böylece hem kapitalist ilişkilerin tamamlanması hem de üretici güçlerin
özgürleştirilmesi için bir koşuldur. Diğer yandan üretimin sömürge tarzı
pre-sömürge üretim çerçevesi içindeki zorunlu gelişen üretici güçlerin sonucu
değildir. Sömürge ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi sömürge bağımlılığı yoluna
yönlendiren sömürgeci şiddet ve yıkım, bununla birlikte, sömürge üretim
ilişkilerinin oluşumu, bu ülkelerdeki üretici güçlerin gelişiminden önce
kapitalist gelişme olasılığını ortadan kaldırdı. Sömürgeciliğin özgürleştirdiği
üretici güçler sömürge ülkeleri deformasyona uğratacak şekilde hareket etti. Bu
durum kapitalizme doğru gelişim olanaklarını yok etti. Bunu Lübnan’da görüyoruz
ve bugün hala birçok sömürge ülkede devam etmektedir.
Sömürgeciliğin ilk çabasının sömürgelerdeki el emeği ve
hafif tüketime yönelik üretim dâhil bütün sanayi gelişimini engellemek olduğunu
unutmamalıyız. Sonuç olarak, sömürgeciliğin ülkelerimizde kendi çıkarlarına hizmet
etmek ve yeteneklerimizi köleleştirmek için yaptığı yatırımları iyi yönetmesi
amacıyla ülkelerimize taşınmış üretim güçleri hiçbir şekilde bağımsızlık
seviyesine yükselememiştir. Bu
ülkelerde üretici güçler gelişirken, bu gelişmenin yöneldiği tek olası amaç
bağımlılıktır. Üretici güçlerin ve onların gelişiminin bu bağımlılığı ve mutlak
boyun eğmesi, sömürge üretimini kapitalist öncülünden ayıran şeydir. Kapitalist
üretim, toplumsal üretimin içinde geliştiği feodal çerçeveyi kırarak, toplumsal
üretim güçlerini, daha geniş toplumsal yapı içindeki gelişimleri sırasında
onları bağlayan prangalardan etkin bir şekilde kurtardı. Bu güçler de kendileri
aracılığıyla oluşan toplumsal yapıdan bağımsız hale geldiler. Böyle bir
bağımsızlık, aslında, böyle bir üretim tarzının varlığını tanımlayan şeydir,
yani bunun temelidir. Sömürge üretim tarzı bu nitelikte tanımlayıcılık
sergilemez. Onu bir üretim tarzı olarak ayırt eden şey, aslında onu bir üretim
tarzı olmaktan alıkoyan şeydir, sanki bir üretim tarzı olarak var olma
potansiyeli her zaman bir olmasının imkânsızlığı ile birlikte ve aynıdır.
Sömürge üretim tarzını tanımlamada karşılaştığımız zorluk,
düşüncemizdeki karışıklıktan değil, bu farklı üretimin tarihsel varlığının
kalbindeki bir belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Teorik olarak anlaşılması ve
dolayısıyla bilimsel olarak tanımlanması zor olan karmaşık bir tarihsel
olgudur. Gerçek şu ki, sömürge tarzı üretim olarak adlandırırken üzerinde ısrar
ettiğimiz bu üretim tarzı, bu terimin klasik olarak anlaşıldığı şekliyle bir
üretim tarzının temel bileşenlerinden çok azına sahiptir. Birincisi, yapısı ve
gelişimi bağımsızlıktan yoksundur. Bunu söylerken kapitalist üretim tarzının
geliştiği mantıktan farklı olan kendine özgü bir gelişme mantığına itaat
etmiyor demek istemiyoruz. Tam tersine, sömürgeci üretim tarzının kapitalist
muadiline yapısal ve gelişimsel bağımlılığının, özgüllüğünün ve farklılığının
temeli olduğunu söylemek istiyoruz. Sömürgeci üretim tarzını analiz etmenin
zorluğu, bu bağımlılığı nasıl kavramsallaştırdığımız ve yapısını nasıl ortaya
çıkardığımızda yatmaktadır. Tüm araştırmalarımız bu bağımlılık tarzını
tanımlama girişimidir ve bize sömürgeci üretim tarzı kavramını vermiştir. İlk
bakışta, sömürgeci üretim tarzının özündeki bağımlılığın, onu bağlı olduğu
kapitalist üretim tarzından farklı olarak anlamaya yönelik her türlü girişimi
geçersiz kıldığı görünebilir. Bu doğru olsaydı, yani gerçekliğin görünüşü ve
özü aynı olsaydı, o zaman "az gelişmiş" ülkelerin belirli bir
tarihsel gelişme mantığına boyun eğdiğini kabul etmek kesinlikle imkânsız
olurdu. Görünüşü özle birleştiren bu yanılsamanın temeli, yanlış bir ampirik
bağımlılık anlayışıdır. Bu anlayış, çelişkili bir birlik içinde iki farklı
yapının var olabileceği olasılığını kategorik olarak reddeden ampirik bir
nedensellik anlayışına demirlenir. Böyle bir anlayışa göre bir birlik, zorunlu
olarak özdeşlik içinde var olan ve gelişen benzer unsurlardan veya yapılardan
oluşur. Bu tür bir düşünce, temelde Hegelci’dir, Marksist değil. Bağımlılığı
-ki aslında sömürge ilişkisinin kendisidir- bir yandan kapitalist üretimin
tutarlı yapısını, diğer yandan da ikinci bir tutarlı yapıdan ziyade tutarsız
unsurları içeren bir birlik olarak anlamamıza yol açacaktır. Bu unsurlar
(sözde) kapitalist üretimin baskın ve zaten tutarlı yapısına zorunlu olarak
tekabül eden tutarlı bir yapı oluşturmaya doğru ilerlemektedir. Bu tasarıdaki
hareket yapısal ayrımdan çok yapısal belirlemeye doğru ilerleyen şekildedir.
Bu, bağımlılığın bir koşulunun, birleşmelerini ve tutarlı bir yapıya kaynaşmalarını
önleyen bir gelişim çerçevesi bünyesindeki tutarsız, bozulmuş unsurların
dayanıklılığının olduğunu göstermektedir.
Charles Bettelheim'ın değerli çalışması India Independent[iii]
gibi Marksist eserler de dahil olmak üzere ‘azgelişmişlik’ üzerine ekonomik
literatür, sömürgeleştirilmiş ülkelerde bağımlılığın var olduğunu ve devam
ettiğini varsaymaktadır, çünkü bu ülkelerdeki üretim unsurları ve sektörleri
belirli bir üretim tarzına karşılık gelen bir birliğe uyum sağlayamaz. Bu,
dengesizliğin ‘az gelişmiş’ bir ekonomiyi karakterize ettiği fikrinin geldiği
yerdir. Çağdaş ekonomik bilimde, 'azgelişmiş' ülkelerdeki üretimin özünde
kapitalist olarak sınıflandırılması, 'az gelişmiş' üretimi, üretim tarzının
birliğine[iv]
-uyumlu bir yapısal bütünlüğe- katılmayan bir üretim yapısının birbirinden
kopuk öğeleri olarak görmeye dayanmaktadır. Bu çelişki bizim düşüncemizin bir
ürünü değildir, ancak “az gelişmiş” ülkelerdeki sosyal üretimin kendi yapısal
birliği ile tutarlı bir üretim olabileceğine inanmayı zor bulanlar tarafından
karşılanmaktadır.
Sömürgeci üretime bağımlılığın, birleşik olmayan üretim
unsurlarının kapitalist üretimin tutarlı bir yapısına bağımlılığı olarak
anlaşılması, bu ikinci üretim sistemini ülkelerimizdeki bu üretim unsurlarını
birleştiren odak noktası haline getirmektedir. Bu şemada, sömürgecilikte
bağımlılık ilişkisi içindeki birlik, bir yandan tutarsız üretim unsurları ile
diğer yandan tutarlı (kapitalist) bir üretim yapısı arasında yer almaktadır.
Eğer gerçekten durum böyle olsaydı, toplumsal üretimimiz kapitalist üretimin
tam olarak oluşturulmuş bir yapısı olarak tutarlılığa ulaştığında sömürgeciliğe
bağımlılık sona erecekti. Bu şemada, sömürgeciliğe bağımlılık aşaması,
kapitalist bir üretim tarzının tarihinde geçici bir aşama olacaktır. Öyle
olsaydı, sömürgecilik, kapitalizmin gelişmesi için ülkelerimizde maddi bir
temel oluşturacak ve bağımsızlık, sömürgeciliğin kendisi tarafından yaratılan
kapitalist gelişme olanaklarının tarihsel olarak gerçekleşmesi olacaktı
(Marx'ın güçler ve üretim ilişkileri arasındaki yapısal ilişkiye atıfta
bulunduğu anlamda ‘maddi temel’ demek istiyoruz). Bu, kapitalist gelişmenin
sömürgeleştirilmiş ülkelerin geçmesi gereken temel ve gerekli bir aşama olduğu
sonucuna varmamızı sağlayacaktır.[v]
Bununla birlikte, tarih -özellikle İkinci Dünya Savaşı
sonrası dönem- bunun tam tersini göstermiştir. Tarihsel gerçeklik teoriyi
doğrulamak ve bilimsel doğasını ölçmek için çok önemli olsa da, bu bağımlılık
anlayışının (yani sömürge ilişkisi) tarihsel gerçeklik tarafından zayıf teorik
temelini kısaca vurgulamak için doğrulanıp doğrulanmadığı sorusunu gündeme
getirelim. Bu tür bir düşünce Marksist olduğunu iddia etse de, aslında Hegelci
bir yapıdır, bu yüzden içsel mantıksal çelişkilerle doludur ve analiz ettiği
tarihsel gerçekliği yansıtmaz Özellikle sömürge ilişkisine yanlış bir bakış
açısına yol açan Hegel diyalektiğidir. Hegel diyalektiği, farklılıktan ziyade
bir kimlik hareketidir. Kapsadığı her şey arasındaki farklılıkları ortaya
çıkarmak yerine çözer. Bu nedenle, bu diyalektik, her ikisinin de tek bir
yapısal birlik içinde geliştiği bir hareket olan iki yapı arasındaki
farklılaşma hareketinde bir birlik göremez. İdealist bir diyalektik olarak,
birliği yalnızca yapılardan değil, unsurlardan oluşan tek bir yapıda kavrar ve
farklılaşabileceklerini ve eşitsiz hale gelebileceklerini imkânsız görür, çünkü
tüm unsurlar gerçeklikte değil, düşüncede birleşik tek bir seviyede bulunur.
Karmaşık ve farklılaşmış birliği aynı düşünce birliğine çözen bir düşünce tarzı
olarak, Hegel diyalektiğinin idealist özü, farklılaşmış yapısal birliğin içinde
gerçekliği yakalamayı imkânsız kılar. Tek başına Marksist diyalektik, sömürge
ilişkisinin yapısını, birbirleriyle yapısal bir birlik içinde bağlı kalırken
farklılaşmaya devam eden iki yapıdan oluşan farklılaşmış bir birlik olarak
ortaya çıkarabilir. Her yapı bir bütün olarak bu farklılaşma hareketinden
diğeriyle olan ilişkisinde geçer, tıpkı bu hareket farklılaşmaya devam ettikçe
her ikisinde de çalışır. Marksist diyalektik bunu ortaya koymaktadır, çünkü
onun temelinde, çelişkilerin birliğine bağlı bir farklılaşma ve düzensizlik
hareketi olan gerçekliğin hareketi vardır.
Sömürge ilişkisini çelişkili bir birlik içindeki iki yapının
ilişkisi olarak görmemiz, Marksizm-Leninizmin belirli bir ilkesine, yani
yapısal bir birlik içindeki çelişkilerin eşit olmayan gelişiminin
bilimsel-tarihsel kuralına dayanır. Bu kuralın, prensip olarak, Marx ve Lenin'e
göre kapitalist sosyal yapı olan tek bir yapı içindeki çelişkilerin
gelişmesiyle alınan forma uygulandığı açıklığa kavuşturulmalıdır. Öte yandan,
bu kuralı, bir bütünü oluşturan kapitalist ve sömürgeci sosyal yapılar
arasındaki çelişkiyi analiz etmek için teorik bir yöntem olarak kullanıyoruz.
Okuyucularımız, bu kuralı iki yapı arasındaki ilişkiyi analiz etmek için
kullanmanın geçerliliğini ve böyle bir ilişkinin özel mantığını gerçekten
ortaya koyup çıkaramayacağını sorgulayabilir. Önceki analizimizi bunun için
yeterli kanıt olarak görüyoruz. Bununla birlikte, bu konuda daha fazla açıklama
talep etmek hem teorik hem de pratik düzeyde büyük önem taşımaktadır. Bazıları
sömürge ilişkisini anlamak için bu kuralı kullanmamızı yanlış anlayabilir. Eşit
olmayan kalkınma yasasını çağırırken, kapitalist ve sömürgeleştirilmiş ya da
“azgelişmiş” ülkeler arasındaki yapısal birliği, iki sosyal yapıdan ziyade iki
unsur arasında var olan gibi görüyoruz. Eğer durum böyle olsaydı, bu ülkeler
arasında tanımladığımız birlik, toplumsal yapının gerçekliği düzeyinde mevcut
olmazdı, daha ziyade soyut düşüncenin bir yapısı olurdu. Meselenin gerçeği,
kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bu birliği, her bir yapıyı içsel,
çelişkili gelişim çelişkilerini ortadan kaldıran ve her birini basit, soyut bir
bütün ya da çelişkide basit, soyut bir rol oynayan bir öğeye indirgeyen bir tür
düşünce yoluyla görmememizdir. Çelişkili bir bütüne böyle bir yaklaşım, belirli
bir gerçekliğin ne kadar basit görünse de, sadece yanlış değil, gerçeklikten
uzaktır. Bu, karmaşık özünü gizleyerek gerçekliği çarpıtan temelde yanıltıcı,
ideolojik bir bakış açısıdır. Bu yaklaşımı bilgilendiren Hegelci düşünce,
çelişkinin kurucu kısımlarını, asla bir çelişki veya çelişkiyi
somutlaştıramayan basit karşıtlara indirger. Bu nedenle Lenin, Hegelci çelişki
formülasyonunu gerçekliğin özünden ziyade düşüncenin bir yansıması olarak
tanımladı. Sömürge ilişkisi, bu basit çelişki kavramının ne kadar yanıltıcı
olduğunu göstermektedir. Onu, sömürgeleştiren ve sömürgeleştirilmiş ülkeler
arasındaki karmaşık çelişkiyi analiz etmek için bir mercek olarak kullanmak, bu
çelişkiyi sadece “gelişmiş” ve “az gelişmiş” ülkeler arasındaymış gibi
görünmesini sağlayacaktır. Kapitalist ve sömürgeci yapılar, her yapıda diğer
yapının çelişkilerini belirleyen ve belirleyen iç çelişkilerinden sıyrıldıysa,
ikisi arasındaki yapısal çelişki “gelişmiş ve az gelişmiş” arasında basit bir
çelişki olacaktır. Bu formülasyonda, nedenler görünmez, çelişkiler ise
metafizik hale gelir -sadece Tanrı ve burjuva kapitalist ideolojinin ustaca
aldatıcı koruyucuları tarafından bilinen gizemli bir sır.
Kapitalist ve sömürge yapıları arasındaki yapısal birliği,
farklılaşma hareketinin yapılar olarak farklılaşmaları çerçevesinde gerçekleşen
iki farklılaşmış yapıdan oluşan bir birlik olarak görüyoruz. Bu karmaşık
farklılaşma hareketi aslında bir farklılaşma hareketi içindeki bir harekettir.
Başka bir deyişle, her yapının belirleyici çerçevesi ve gelişimi, iki yapının
birliği çerçevesi ile tanımlanır. Bir birlik içindeki farklılaşmanın hareketi
de benzer şekilde karmaşıktır, çünkü evrensel bir yapısal çerçeve içindeki
gelişiminde, her yapının sınırlarındaki farklılaşmanın hareketi ile tanımlanır.
Bu yapıların tarihsel birliğinin gelişimindeki çelişkili hareketi karakterize
eden bu karmaşıklık, burada yer alan çelişki katmanlarını yansıtmaktadır: Her
belirli yapıda yapısal çelişkileri kapsayan temel çelişki vardır; sonra birlik
içinde egemen bir yapının varlığının sunduğu karmaşıklık vardır ve son olarak,
her yapıdaki çelişkilerin birliğinde, birincil çelişki olan baskın bir çelişki
vardır. Bu, sömürge yapısına özgü sınıf çelişkilerinin tarihsel gelişiminin
önümüzdeki analizinde bize daha açık hale gelecektir. İki yapının birliğinde
baskın bir yapının varlığı, yapının birliğinde baskın bir çelişkinin varlığının
bu yapının çelişkilerinin gelişiminde çatışmanın temeli olması gibi, onların
gelişiminde çatışmanın temelidir. Sadece Marksist düşünce, tarihsel gerçekliğin
kalbinde çelişkinin karmaşık doğasını yakalar, çünkü Marksist çelişki -Hegelci
çelişkiden farklı olarak- doğası gereği karmaşıktır. Marksist bir lens
aracılığıyla sömürgeci ilişkinin incelenmesi kişisel bir seçim değil, bilimsel
düşünce üzerine tarihsel gerçeklik tarafından zorunlulukla dayatılan bir
şeydir.
Karmaşık Marksist çelişkinin ışığında, sömürge ilişkisi
bize, temeli bir tahakküm ilişkisi olan iki yapının birliği olarak görünür.
Buradaki birlik, düz bir düzlemde var olan iki eşit yapı ile tek bir yapısal
düzlem arasında değildir. Daha ziyade, gelişme sürecinde birincisinin
ikincisine egemen olduğu kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bir
birliktir. Bu çalışmanın ilk bölümünde gördüğümüz gibi, bu birliğin tarihsel
gelişimi iki yapının bir diğerine benzediği bir hareket değil, daha çok
birincinin ikincisini ürettiği sömürge yapıyı kapitalist yapıdan ayıran bir
harekettir.
Kapitalist ve sömürgeci yapıların birliğini geliştiren bu
hareketteki farklılaşmanın temelinin, birincinin ikincisi üzerindeki tahakkümü
olduğunu şimdi vurgulamak acildir. Bu tahakküm olmasaydı, tarihsel gelişme bir
yapısal farklılaşma hareketi olmazdı. Bu farklılaşma hareketinin gerçekte birliğin
gelişimi boyunca ortaya çıkan çatışma olduğunu açıklığa kavuşturmalıyız. İki yapının farklılaşmasının yapısal
birliklerindeki eşitsizlik olarak tanımlanması, sömürgeciliği “az gelişmişliğin”
nedeni olarak tanımlamanın teorik temelidir.
Bu durumdaki nedenselliği yapısal olarak anlamalıyız,
mekanik olarak değil. Başka bir deyişle onu gelişimi sırasında başka bir
(sömürgeci) yapıyı üreten bir (kapitalist) yapı olarak anlamalıyız. Bu yapı
tarihsel gelişimin birliği içinde diğer yapıyı kendi içine dâhil ederek
tahakküm kurar. Sömürgeci üretimi, oluşum ve oluş hareketinde kapitalist
üretime doğru iten bu “yapısal nedenselliği” netleştirmek, bu çalışmadaki temel
mücadelemizdir. Kapitalist yapının atası sömürge benzeri üzerindeki tahakkümü
aslında kapitalist üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakkümüdür bu bizim
açımızdan açık olması gerek bir korelasyondur. İlk elde bu tahakküm dışarıdan
ortaya çıksa da öyle değildir. Bu yapılar arasında farklılaşma olsa bile ya da
daha doğrusu var olduğu için, hiçbir ayrım yoktur. Burada tahakkümden söz ederken,
sömürgeleştirilmiş ya da “azgelişmiş” ülkelerdeki sömürge askeri üslerinin
mevcudiyetinde görülen türden bir şeyi kast etmiyoruz, her ne kadar bu
mevcudiyet, sömürgeci tahakkümün açık, şiddetli ve son derece tehlikeli bir
biçimi olsa da. Burada vurgulamak istediğimiz gerçek tahakküm, sadece bu ve
diğer sömürge tahakküm biçimlerinin temeli değil, aynı zamanda onların
varlığını mümkün kılan şeydir. Kapitalist muadili ile birlik dışında var
olamayan veya varlığını sürdüremeyen ayrı bir toplumsal yapı olarak sömürge
yapısının kendisinin oluşumunda ve gelişiminde içkin olan tahakkümden
bahsediyoruz. Kapitalist yapının sömürge yapısıyla birliği içindeki egemenliği,
üretici güçlerin sömürge üretim tarzında geliştiği yapısal bir çerçevenin
varlığında kendini gösterir; yani, sömürge üretim ilişkileri içinde, belirli
sınıf ilişkileri olarak. Bu, “azgelişmiş” ülkeler üzerindeki sömürge
egemenliğinin, bu ülkelerdeki sömürge üretim ilişkileri olan üretim
ilişkilerinde miras kaldığını söylemektir. Gerçek
sömürge egemenliği bu ülkelerin sömürgeciliğe bağımlılığının sömürge üretiminin
toplumsal düzeninde temsil edilmesidir. Bu ülkelerde öncelikler askeri ya da
iktisadiden birinde doğrudan ya da faal sömürge varlığı değil sömürge
yapılarındaki özel sınıf ilişkilerinin içinde ortaya çıkar.
Bu nedenle sömürgeciliğin doğrudan varlığının sona ermesini
sömürgeciliğin sona ermesiyle ilişkilendirmek yanlıştır. Benzer şekilde, şu
anki politik söylemimizin etrafında kıpırdanan “neo-sömürgecilik” kavramı doğru
değildir. Çünkü sömürgeciliğin teorik olarak yanlış bir tanımlamasına dayanır
ve ima eder. Sömürgecilik aslında sömürge ilişkisidir ve sömürge kuran güçlerin
ortadan kalkması ile yok olmaz, varlığı, bu ilişkinin aldığı şiddet
biçimlerinden yalnızca biridir. Aslında, sömürge ilişkilerinden “bağımsız”
olunduğuna inanıldığında dahi, sömürgeciliğe bağımlılık, “bağımsız”
“azgelişmiş” ülkede var olmaya devam eder. Açık konuşmak gerekirse, sömürgeciliğin
sonu ileride göreceğimiz gibi bir özgürlük devrimi aracılığıyla yürürlüğe
koyulan sömürge üretimden sosyalist üretime geçişe yol açan üretimin sömürge
ilişkilerinin sona ermesine bağlıdır. Sömürgeciliğin faal ve kalıcı varlığı
sömürgeleşmiş ülkeler bunu doğrudan tecrübe etse de doğrudan değildir. Bunun
yerine, üretimin sömürge tarzında üretimin tarihsel gelişim güçleri bir
toplumsal düzen olduğundan, sömürgecilik üretimin sömürge ilişkileri
aracılığıyla var olur. Başka bir deyişle, sömürgeci toplumsal yapıya özgü
sınıfların var olduğu biçimde somutlaşır. Bu sömürgeleşmiş ülkelerdeki
sömürgeciliğin doğrudan sömürgeci kurallara tabi olsa da gerçek varlığının
doğrudan olmadığı anlamına gelir. Bunun sebebi sömürgeciliği kendinde var
olamaması ama üretiminde ve etkisinde var olmasıdır. Daha önceki bir argümanı
yeniden ifade etmek gerekirse, ürettiği toplumsal yapıda, gelişme süreci
boyunca farklılaşan bir yapı içinde var olur. Yapının özgünlüğü onun
sömürgeciliğe bağımlılığının içinde uzanır. Bu tartışmada açıklığa kavuşturmak
istediğimiz nokta sömürgecilik ve “azgelişmişliğin” bağlantısının yapısal
nedenselliğidir. Bu belirgin nedensellik ilişkisi analiz etmeyi hala
bitirmediğimiz sömürge ilişkisinin gerçeğidir. Şimdi özel bir sınıf yapısı
olarak tanımladığımız sömürgeci toplumsal yapının ışığında bu ilişkiyi
düşünelim.
Sömürge yapının bir sınıf analizini yaparken teorik zorluk
sadece sömürge yapının kapitalist yapıya göre özgünlüğü ve ayırt ediciliği
değil aynı zamanda onu analiz eden
Marksist düşünceyle olan kararlı ilişkisinden de oluşur. Bu analizde görünüşte
eksik olan Marksist düşünce, sömürge yapısıyla gerilim içindedir. Sınıf
yapısının Marksist analiz şemasındaki problem kapitalist yapının analiziyle
yaratılır. Yine de, bu teorik şemaya kapitalist yapı ile yapısal bir ilişki
içinde olsa da bir sınıf yapısı olarak sömürge yapıyı analiz ederken
güvenmeliyiz. Bir birlik olarak gelişme hareketlerindeki iki yapı arasındaki
farklılaşma, kapitalist yapıyı analiz etmek için oluşturulan bu teorik şemanın,
sömürge sınıf yapısıyla kesinlikle kıyaslanamaz olduğu anlamına gelir. Sınıf
analizi için tek araç olmasına rağmen, Marksist düşüncenin kendisi gerekli
analizi gerçekleştirmenin önünde bir engeldir sanki. Ancak gerçek şu ki,
Marksist düşünce ile sömürgeci gerçeklik arasında gördüğümüz gerilim, gerçeği
ortaya çıkararak her zaman düşünceyi zenginleştiren diyalektik bir hareket olan
bilgi üretim sürecinin kendisiyle zorunlu olarak birliktedir. Zorluk, bu teorik
şemanın kendisini bir sınıf analizi aracı olarak sunduğu zorunluluk ile bu şema
ile sömürge sınıf gerçekliği arasındaki ölçülemezlik arasındaki çelişkide
yatmaktadır.
Bu sürecin sömürge toplum yapısı analizimizde işlediğini
görebiliriz. Bu yapının temel karakteri kurulu sosyal sınıflar arasında farklılaşma
eksikliğidir. Örneğin, burjuvaziden proletaryaya burada sınıf bariyeri ayrımı
yoktur çünkü bu iki ana sınıf arasındaki bariyer açıklıkla belirgin değildir.
Sınıf farklılaşmasının olmamasının temel nedeni, bu sınıfların
sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki oluşumlarının tarihsel koşullarında yatar, ki bu
aynı zamanda sömürge yapısının oluşumunun koşullarıdır. Farklılaşma
eksiklikleri daha önce açmış olduğumuz bir konu olan biçimlenişleri sırasındaki
tarihsel gelişimleridir. Örneğin, sömürgeci burjuvazi -hatalı olarak “milli
burjuvazi” denir- ithalat ve ihracat hareketindeki ekonomik faaliyeti
tarafından tüketilen, sömürge sanayisini hammaddelerle donatan ve ürünlerini
satan ticari bir burjuvazi olan tarihsel biçimi tarafından belirlendi ve hala
belirlenir. Bu burjuvazinin gelişimi küresel sömürgeci iş bölümü tarafından
yapılandırılmıştır. Onun ticari bir burjuvaziden finansal bir burjuvaziye
gelişimin yörüngesi, sanayileşme aşamasından geçmeden bu sınıfı sömürgeci
burjuvaziden ayırır. Sanayinin gelişiminin rolü -bu ülkede gerçek bir sanayiden
bahsedebilirsek- bir sonuç olarak
sömürge yapının kısıtlayan düzeninde sınıf bariyerini aşamayan küçük
burjuvazinin hizipleşmesinin sonucu tarafından ortaya koyulur. Bu sınıf durumu işçi
sınıfın varlığına ve oluşumuna çarpmaya bağlıdır. Sömürgeci burjuvazinin
gelişimi ve oluşumu -sömürge ilişkilerinin kendisinden dolayı- sanayileşme
aşamasından geçmediğinden işçi sınıfındaki değişim ihtimali oluşumu boyunca
bastırıldı. Belki de bu tür bir farklılaşma için çok dar bir marj olduğunu
söylemek daha doğrudur; bu sayede işçi sınıfının, bir sınıf olarak
farklılaşması yoluyla, temelde verimsiz bir küçük burjuvazinin bu üretken
sektörüyle yüzleşecek bağımsız, eksiksiz bir varlık olarak oluşması zordu.
Bu bizi, sömürge toplumsal yapıyı karakterize eden
farklılaşmamış sınıf yapısı hakkında temel bir noktaya getiriyor. İşçi sınıfının (küçük burjuvaziyle)
karşı karşıya gelmesinin, bir sınıf olarak ortaya çıkmasıyla gerçekleşen farklı
tarihsel biçim, sömürge yapısında sınıf farklılaşmasının olmamasının kökenidir.
Sömürge burjuvazisinin sömürgeci burjuvazi tarafından ticari-finansal bir sınıf
olarak belirlenmesi gerçeği işçi sınıfının, sömürge toplumunda var olamayacağı
düşünüldüğünde, Batı'da olduğu gibi kapitalist burjuvaziden ziyade küçük
burjuvazinin üretici sektörüyle karşı karşıya kaldığı -anormal değilse de-
belirli bir sınıf koşuluna yol açtı. Sömürge ilişkisi -kapitalist ve
dolayısıyla metropoliten üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakküm ilişkisi
olarak- sömürge üretimin yapısını öyle bir şekilde belirledi ki, sınıf
farklılaşması hareketini özgürleştirmek yerine onu dizginleyecek ve gerçekten
de felç edecek hale geldi. Başka bir deyişle, sömürge toplumlarında sınıf
farklılaşmasının işlediği çerçeve, sınıfların gelişimini zorunlu olarak
farklılaşmamış bir yapıya yerleştirir. Bunun nedeni, sömürgeci üretimdeki
üretim güçlerinin zorunlu olarak kapitalist üretimdeki üretim güçlerinin
gelişimine bağımlı olmasıdır.
Üretimin sömürge ilişkilerinin gelişim için bir çerçeve
olarak şekil aldığı bu anda, kesinlikle gelişimlerini engelleyen özel bir yolla
belirlenirler böylece kapitalist Batı’da gördüğümüz sınıf farklılaşmasını
yaratırlar. Sömürge ilişkileri aracılığıyla tarımın gelişmesi, onu kapitalist
üretime olduğu kadar ithalat ve ihracata da yöneltmesi bu koşulların
gerçekleşmesini engelledi. Bu sonuca varırken, toplumsal yapının tarihsel
gelişimine ilişkin genel bir Marksist kurala sadece başvururuz. Daha önce
alıntıladığımız metinde belirtilen bu kural bir yandan üretim ilişkileri arasındaki
benzerliğin varlığı diğer yandan verili üretim tarzındaki üretim güçlerinin
gelişim seviyesidir. Bu kurala dayanarak, şunu söyleyebiliriz ki sömürge
toplumdaki üretim güçlerinin gelişimi kapitalist toplumlardaki üretim
güçlerinin gelişimine benzeyemez, yani onları özgürleştirmek için gerekli olan
sanayi devrimini meydana getirecek şekilde gelişemezler. Başka bir deyişle,
üretim güçleri yalnızca sömürgeci toplumsal yapıda yürütülen sınıf
mücadelesinin farklı biçimi tarafından sömürge çerçevesi paramparça edilerek
serbest kalabilir. Bu özel sınıf çatışması tartışmamıza geçmeden önce üretimin
sömürge ilişkilerinin yapısındaki sınıfları ya da başka bir değişler sınıf
olarak nasıl var olduklarını tanımlamamız gerekir.
Sömürge çerçeveyi farklılaşmamış bir yapı olarak tanımlarken
sömürge toplumda sayısız sektör arasında özellikle sömürgeci burjuvazi ve
emekçi halk sınıflarının geri kalanıyla arasında bariz eşitsizlikler olduğunu
hiçbir şekilde inkâr etmiyoruz. Bu eşitsizlik zorunlu olarak sınıf farklılığını
kurmaz, sınıf farklılığının olduğu kapitalist toplumdan daha fazla sınıf
eşitsizliği görülse bile. Genel olarak konuşursak, bir yandan Hindistan ve
Endonezya gibi sömürge toplumlarında görülen olağanüstü yoksulluk arasındaki
karşıtlık diğer yandan gösterişli arabaları ve hizmetçileri olan gösterişli
konaklar ise kapitalist toplumlarda bulunmaz. Bunun nedeni Marx’ın söylediği
gibi toplumsal sınıflar arasındaki sınıf farklılaşması tüketim üzerinden
belirlenmez, toplumsal tüketimi niteliksel ve niceliksel olarak belirleyen
toplumsal üretim tarafından belirlenir. Bu nedenle sömürge toplumunun sınıf yapısı, sömürge üretimi
düzeyinde ve yapısal çerçevesinde belirlenir. Bildiğimiz gibi, sömürge
toplumdaki temel üretim temelde tarımsal-ticaridir. Dahası gelişimi, her zaman
kapitalist sömürge üretimini takip eder ve onun bu üretime bağımlılığı
sanayileşme aşamasından yoksun olmasıyla belirgindir. Ticari-finansal bir sınıf
olarak sömürgeci burjuvazi böylece sömürge toplumunda sömürgeci muadilini
temsil eden tüketici burjuvazidir. Sömürgeci burjuvazi açısından faal, bağımsız
bir sınıf olmak imkânsız olduğundan, yalnızca temsil işlevi nedeniyle ayrı bir
sınıf olarak belirlenmiştir. Sömürge toplumda hayatta kalması bağımsız bir
sınıf, yani üretken bir burjuvazi olarak oluşumunu olanaksız kılan koşulların
sürekliliğine bağlıdır. Bu, sömürge burjuvazisinin ancak başka bir sınıfı
temsil ettiği sürece bir sınıf olduğu anlamına gelir. Bu imkânsızlık, sömürge
yapıdaki sınıf farklılığının yokluğunun yapısal temelini sağlayan sömürge
ilişkisinin bir sonucudur. Bu farklılaşmama sömürge toplumunun çeşitli
hizipleri arasındaki böyle küstah farklılıkların temelidir. Görünüşte kendi
içinde çelişkili, bu ifade sağlamdır, çünkü bir sömürge toplumunda gördüğümüz
aşırı farklılıklar, üretim değil, yalnızca tüketim düzeyindedir (yani, her bir
fraksiyonun tüketme yeteneği arasındaki farklılıklardır). Gerçekten de, bu farklılıkların
keskin doğası, sömürge burjuvazinin üreten değil tüketen bir sınıf olarak
yapısının bir ürünüdür.
Sömürge üretimi bir sanayileşme aşamasından yoksundur. Sonuç
olarak, bu toprak genellikle sömürge toplumunda temel üretim araçlarını
oluşturur. Bu tarımsal üretimin sanayi üretimine baskın olduğu anlamına gelir.
Bu baskınlığa rağmen, üretimin ‘feodal’ ilişkilerinden bahsedemeyiz. Sömürge
ilişkisinin aracılık ettiği tüm tarımsal üretimin (özellikle
"gelişmiş" sektörlerinin) temelde ihracata, yani sömürge kapitalist
üretimine yönelik olması nedeniyle köylüler ve tarım sahipleri arasındaki bütün
tarımsal üretim (özellikle ‘gelişmiş’ sektörlerindeki) ilişkisinin aracılık
ettiği temel olarak ihracata yani sömürge kapitalist üretime yöneliktir.
Tarımsal üretim, sömürge ilişkisinin sınırları içinde geliştiği için, tarımsal
mülk sahipleri (örneğin Batı'da olduğu gibi) burjuvazinin ayrı bir feodal
sınıfını oluşturmazlar, daha çok sömürge burjuvazisinin bir kesimini
oluştururlar. Söylemeliyiz ki, bu çalışmanın ilk bölümünde tanıttığımız gibi
ticari-finansal burjuvazinin bir fraksiyonudur. Sömürgeci üretimin yapısının
farklı doğası, köylülerin (özellikle tarım işçilerinin) sömürünün, hatta aşırı
sömürünün yükünü diğer sosyal sınıflardan daha fazla taşıması gerçeğinde bize
açıkça görünür. Sömürge üretimin sömürge ilişkileri içinde gelişmesi ve
doğrudan ihracata yönelik olmasından dolayı sömürge toplumda sömürgeciliğin
temel sömürücü aracıdır. (Sömürge toplumunun ) köylüsü ile sömürgecilik
arasındaki sömürücü ilişki dolaylıdır çünkü sömürge toplumda bu, ikincisinin
sömürge burjuvazisinin sayısız fraksiyonu olarak adlandırılan temsili ile
işletilir.
Kaynakça: Bu metin, Mehdi Amel’in
“Arab Marxism and National Liberation” adlı kitabının “An Analysis of the Class
Contradictions in the Colonial Mode of Production (or, an Analysis of the
Relations of Production in the Colonial Social Structure)” (ss. 55-83) başlıklı
makalesinin çevirisidir. BEP Çeviri Ekibi tarafından çevirilerek redakte
edilmiştir.
[i]
Yves Lacoste daha önce alıntılanan makalesinde,
önde gelen sömürge yöneticisi Hubert Lyautey'in, Marakeş'te Fransız
sömürgeciliğinin hayatta kalmasının ülkenin geleneksel yapılarının veya en
azından çoğunluğunun hayatta kalmasına bağlı olduğunu mükemmel bir şekilde anladığından bahseder.
[ii]
Sömürge yönetimine tabi ülkelerde
özel mülkiyetin tanıtılması ve normalleştirilmesi süreci bu tür şiddete
örnektir. Bu ülkelere özel mülkiyet, kolektif mülkiyeti yok ederek getirilmiştir. Sömürge
güçleri, ileri gelenler ve kabile liderleri arasındaki müttefikleri için
sömürge öncesi üretim tarzında en önemli üretim aracı olan toprağı ele geçirmiştir. Örneğin Cezayir'de, siyasi iktidarı sömürgecilere
bırakmaları koşuluyla yerel seçkinlere toprak verildi. Sömürgeci güç ile
müttefik olan bir toprak sahipleri sınıfı oluşturmak bu süreçteki son adım
değildir. Sömürgeciliğin nihai hedefi, gerçek
sahiplerinden iyi toprakları çalmaktı. Bu, iki yoldan biriyle başarıldı: ya
insanları topraklarından sürülmesini, dağlara sürülmesini ve onların yerine
Avrupalı sömürgecilerin getirilmesini gerektiren şiddet doğrudan yollarla, ya
da ucuz fiyatlarla ve müteakip bankalara bağlı, ya doğrudan topraklara
el koyacak ya da ticari mübadele yoluyla getirilerini yönetecek şirketlerin
oluşumu ile arazi satın alınmasıyla elde edilen meşru
(yani yasal) hırsızlıkla. Sömürge ülkelerde sömürge üretim ilişkilerinin oluşum
tarihi, sömürgeci şiddetin tarihidir. Bu şiddet, - meşru ve gayrimeşru - hırsızlık ve yağmadan Latin Amerika yerlilerinin ve Afrika
siyahlarının kaderi olan cinayet ve soykırıma kadar birçok biçim almıştır.
[iii] Cf. Bettelheim 1962.
[iv]
Tutarlı bir yapıdan ziyade birbirinden kopuk
öğeler olarak 'azgelişmiş' üretim tanımı, 'azgelişmiş' ülkelerde kapitalist,
feodal, sahte-feodal, geleneksel feodal, ilkel feodal, sahte-kapitalist gibi
farklı yapısal üretim sektörlerinin var olduğu görüşüne izin verir. Charles
Bettelheim, 'azgelişmişliği' birbirinden
bağımsızlığını koruyacak şekilde birbirine yapışmış farklı üretim yapılarını
kapsayan bir dış çerçeve olarak görmeyi reddederek tutarsız bir yapı olarak
anlamanın ötesine geçmeye çalıştı. Bunun yerine birkaç farklı sosyal yapının
bir çakışmasını (metinde aynen böyledir) tanımladı. ‘Çakışma’’ terimi,
kitabının tamamında yer alır (örneğin, s. 159, 125, 63, 45). Tek bir
"geri" ülkede çeşitli toplumsal üretimlerin organik olarak iç içe
geçmesi anlamına geldiği anlaşılan bu terim, orada çok sayıda üretim tarzının
var olduğunu doğrular. Bu nedenle, bu çeşitli üretim tarzlarına kendi kendini
idame ettiren ve bağımsız olarak değil, kendi yapısal – ve dolayısıyla
gelişimsel – birliğe sahip ayrı bir toplumsal üretim tarzı oluşturmak için
birbiriyle uyumlu temel bileşenler veya unsurlar olarak bakar. ‘Çakışma’
kavramının ima ettiği bu tür bir iç içe geçme, sömürgeci üretim tarzının
yapısal birliğini gösterir.
[v]
Marksist düşünce, bu tür düşüncenin egemen
olduğu bir evreden geçmiştir. Katkısı “ulusal demokrasi teorisi”ydi. Ancak hem
tarihsel deneyim hem de bu çalışmada şimdiye kadar tartıştıklarımız bu teorinin
eksik olduğunu kanıtlıyor.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder