Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyasal hareke

Sömürge üretim tarzındaki sınıf çelişkisinin analizi (ya da sömürge toplumsal yapıdaki üretim ilişkilerinin analizi) - I - Mehdi Amel

 



Gördüğümüz gibi, hipotezimiz meşruiyetini ve bilimsel karakterini Marksist teorik temellerden almaktadır. Bu, Marx’ın belirtmiş olduğu bir üretim tarzının diğer ikisinin kaynaşmasıyla ortaya çıkabileceği ihtimaline dayanır. Bunun ışığında az gelişmişliği, gerçekten üretimin özel bir tarzı olarak görüyoruz. Bu, tarihsel süreçte sömürge ilişkiler çerçevesi içinde üretimin kapitalist ve pre-kapitalist birleşmesi biçimden meydana gelen, az gelişmiş ülkelerin sömürgeleştirilmesinin sonucudur. Sömürge üretim ilk bakışta iki açıdan üretimin özel bir tarzı olarak görünür: ilki kapitalist üretimin pre-kapitalist toplumsal yapıya nüfuz ederek yayılmacı gelişmesi olduğu sürece; ikincisi kapitalist toplumsal yapı içinde pre-kapitalist üretimin yinelenen bir tarzda gelişimi olduğu sürece. Üretimin gelişiminin devam etmesi için bunun dışında bir yapının içinde meydana gelmesi gerekir. Örneğin, sömürge ilişkilerin himayesi altındaki sömürge bir ülkede kapitalist üretimin gelişiminin ülkeyi dağıttığı ve yıktığı sürede geleneksel üretim tarzı korunur.[i] “Geleneksel” üretimin tekrarlayan bir biçimde gelişmesi, bu gelişmenin gerçekleştiği deforme olmuş “kapitalist” (yani sömürge) üretim yapısından başka bir şeyin sonucudur. Bunun nedeni, bu çerçevenin “geleneksel” üretimin (tekrarlanmayan) gelişim ufkunu engellemesi ve şiddetle uzaklaştırmasıdır.

Bunu akılda tutarak, sömürge üretim tarzını üretimin özel bir tarzı olarak analiz etmeye çalışacağız. Üretim tarzının analizi onun çelişkili temelinin analizi demektir. Dolayısıyla sömürge üretim tarzının çelişkilerini ve onun tarihsel gelişim biçimini araştırmalıyız. Böylesine bir analizde önemli bir noktayı berraklaştırmamızı gerektirir, şöyle ki bu tarzın çelişkileri, genellikle söylenen, ona özgüdür çünkü çelişkiler sömürge üretim tarzının gelişimi ve yapısının özgünlüğüyle belirlenmiş kurucu bir yapısal çerçeve içinde gelişir. Tarzın çelişkilerinin gelişimine yönelik bu yapısal çerçeve evvela toplumsal yapının içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin arasındaki ilişkinin temeli olan ekonomik çelişki tarafından belirlenir. Bu ilişki sırasıyla özel bir üretim tarzının gelişmesi olarak toplumsal gelişmenin temel çerçevesini oluşturur. Gelişime farklı karakterini veren bu gerçek ilişkidir. Tarih böyle bir çerçevenin dışında yinelenen diyelim ilerleyen ya da farklılaşmamış bir hareketten çok belirlenmiş yapısal çerçeve içinde yer alan bir harekettir. Bunun ışığında sömürge üretim tarzının temel çelişkisini tanımlayarak başlamalıyız demek oluyor ki onun tarihsel gelişiminin yapısal çerçevesini tanımlamalıyız.

Marx ünlü metninde şöyle yazar: İnsanlar, sürdürdükleri toplumsal üretimde kaçınılmaz ve kendi istemlerinden bağımsız belirli ilişkilere katılırlar; bu üretim ilişkileri kendi üretimlerinin maddi gücünün belirli bir aşamasına tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, hukuki ve siyasal üst yapının yükseldiği, toplumsal bilinç biçiminin belirlenmesine tekabül eden gerçek temeli yani toplumun ekonomik yapısını kurar.

Bu anlaşılması güç, önemli metinde konumuzla ilgili iki temel fikir vardır. Birincisi, üretim ilişkilerini ve üretici güçleri gelişmenin çelişkili birliğinde bir araya getiren sürekli uyuşma; ikincisi, üretim ilişkilerinin üretim biçimleri içinde sosyo-ekonomik yapıyı yani toplumun tarihsel gelişiminin temelini kurması fikri. Bundan, verili bir toplumun birliğinin ve uyumunun içindeki üretim ilişkilerinin birliği ve uyumunda uzandığını anlıyoruz. Bu halde sömürge üretimde bu birliğin ve uyumun biçimi nedir? Sömürge üretiminin içindeki üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin arasındaki ilişkinin biçimi nedir?

“Sömürge üretimi” kavramını, ihtiyari ya da öznel nedenlerle “az gelişmiş” ülkelerdeki üretim tarzının yerine belirlemedik. Bu seçim, “azgelişmiş” ya da “geri kalmış” gibi toplumumuza yapıştırılmış kavramlara duygusal bir cevap değildir. Bu (duygusal) bir cevap olsaydı yeni olan “gelişmekte olan ülkeler” kavramını eşit bir şekilde reddetmezdik. Son günlerde bu yeni terim ekonomik literatürdeki Batı’nın kapitalist düşünürleri arasında hassas ve sıkıntılı hislerimizi önlemek için rağbet görmektedir! Bu yeni kavramı bilimdışı ve bu ülkelerdeki bariz üretim tarzını göstermediği için reddediyoruz. Kapitalist, sosyalist ya da feodal ülkelere başvurduğumuzda onları yapısal ve tarihsel olarak değerlendirmek için bu ülkelerden bir üretim tarzı standardı oluşturabiliyoruz. Fakat gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerde başvurduğumuzda bunların içindeki üretim tarzını anlamakta güçlük çekiyoruz ya da bu üretim tarzları gizleniyor. Aslında bu ülkelerin üretim tarzlarının açığa çıkarılması saklamaya çalışanlar açısından tehlike arz eder. Bütün bu kavramlar benzer şekilde yanlıştır çünkü ‘büyümenin’ neden sömürge ülkelerde yavaş olduğu ya da gerçekleşmediğinin gerçek, yapısal ya da tarihsel nedenlerini gizlemektedir. “Sömürge üretim” terimi tercihimiz “azgelişmişlik” için bir ışıktır ve onun gelişiminin boyutlarını tespit eden rasyonel, bilimsel bir amaçtan meydana gelir. Terimimiz, bu üretimin tüm oluşumunun tarihsel boyutlarına (yani yapısal çerçeveye) dikkat çekmektedir.

Sömürgeleştirilmiş ülkelerde üretim güçlerinin gelişmesi için sömürge ilişkiler tarihsel çerçevede kurulur. Sömürgecilik, yeni üretim ilişkilerini oldukça şiddetli bir yolla bu ülkelere tanıtır.[ii] Bu yeni üretim ilişkileri üretim güçlerini geliştirir ve şekillendirir. Sömürge ülkelere yerleştirilen bu yeni üretim ilişkileri, önceden var olan kalkınma yapısını içerden imha ederek, yani bu ülkelerin mantıksal tarihi gelişiminden radikal bir şekilde farklılaşarak ilerler. Avrupa’daki feodalizmin tarihsel gelişimiyle zuhur etmiş üretimin kapitalist ilişkilerinin tersine sömürge ülkelerde zuhur etmiş üretim ilişkileri sömürgecilikten önce var olan üretim tarzının içsel kalkınmasının zorunlu bir sonucu değildir. Çünkü bu üretim ilişkileri, sömürge ilişkileri ve doğrudan sömürge kuralları altında biçimlendirilir; onları üretimin sömürge ilişkisi olarak imlemeliyiz. Bu sadece sömürgeciliğin ülkedeki üretici güçlerin gelişmesini serbest bırakabilmesi ile önceden var olmuş kalkınma yapılarının yıkılması aracılığıyla sömürgeciliğin kurallarına bağlı olarak ve daha sonra kapitalist üretim fikrine doğru yönlendirerek mümkün hale gelir. Sömürge öncesi üretim ilişkileri, kendi bölümlerinde üretim güçlerini etkinleştirmekten ziyade paralize olmuş ve tarihi tekrar eden bir döngüye itmiştir. Böylece sömürgecilik, sömürgeleştirilmiş ülkelerin var olduğu durgunluk durumunu yok ederek o zamana kadar üretemeyen üretim güçlerini serbest bırakan tarihin itici bir gücü gibi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, bu tarihsel fenomen -bütün sömürge ülkelerdeki en önemlilerinden biri- yeniden değerlendirilmeyi hak ediyor. İşin aslı şu ki bu ülkelerdeki bir üretim tarzından diğerine geçiş özel olarak sömürge öncesinden sömürge üretim tarzına, başlangıçtaki üretimin yörüngesinin mantığına göre gelişmedi. Bundan ziyade yörüngenin içindeki yapısal değişikliğin sonucuydu yani dış güçler tarafından belirlenen gelişiminin mantığının bükülmesinin sonucuydu. Bu tarihsel fenomenin önemi devrimi hatırladığımızda, Marksist algıda bilimsel olarak bir üretim tarzından diğerine geçiş yani bir toplumsal yapıdan diğerine geçişte ortaya çıkar.

Bununla birlikte devrim tarihin gerçek, doğasındaki potansiyeli gerçekleştirmesi yoluyla özgürleşmesi olduğundan sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki sömürge üretim tarzına geçiş bir devrim olarak nitelendirilmedi. Sömürgecilik aslında bu ülkelerin tarihine karşı bir devrim ve onlara karşı bir güçtür. Tarihlerindeki özgürlük hareketlerinden ziyade sömürgecilik özlerinde bulunan gelişim olasılığını engellemiştir. Sömürge ülkeler kendi sömürgeleştirilmeleri ve tarihlerindeki sömürge gelişiminin çelişkileri aracılığıyla tarih sahnesine çıktılar. Tarihe gelmeleri üzerine sömürge ülkeler kendilerinin önceki gelişim ufkunun engellediğini gördüler. Onları tarihe getiren güç -şiddet-, bu ufukları tıkayanın bizzat kendisiydi. Sömürgecilik ülkemizin tarihini engelledi ve onun hareketini biçimsizleştirdi. Bu durgunlaşmadan özgürleşmenin tarihinde sömürgecilik, bağımlılığa doğru bir ufuk çizdi. Bu nedenle bu özgürleşmeden çok yok etme devriminin kuruluşuydu. Gerçek devrim zorunlu olarak, sömürgeciliğin sahip olduğu yok etme gücünden özgürleşme amacıyla sömürgeciliğe karşı savaşmalıdır. Böylelikle ciddi bir soru sormalıyız sömürge üretim tarzı tasarlanmış olmasaydı bile kendiliğinden, kendi kendini idame ettiren bir üretim tarzı olabilir miydi? Bu sorunun kaçınılmazlığı, iki faktörü hesaba kattığımızda keskin bir şekilde ortaya çıkıyor: Birincisi, sömürge üretim tarzının biçimlendirildiği tarihsel durum; ikincisi, (kendi içinde yetiştirilen) üretim ilişkilerini zorunlu olarak deforme eden bir çerçevede olsa da, sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçler tarafından ortaya çıkarılan sınırlı (ve nihayetinde engellenen) gelişme ufku. Bu sorunun üzerinde ısrarcı olurken kendimizle çelişmiyoruz. Gördüğümüz gibi bu nedenle bu üretim tarzı tamamen kendiliğinden ya da yapısal olarak bağımsız olamaz ve tarihsel formasyonu ya da içsel kalkınmasından herhangi birine baktığımızda en ayırt edici karakterinin bağımlı yapısı olduğu görülmektedir.

Sömürge ülkelerde, sömürgeciliğin yayılmacı üretiminin himayesindeki üretici güçleri “özgürleştirmek” aslında bu güçlerin kendi gelişimlerindeki yapısal sınırların tarihsel deformasyonudur. Bunun nedeni, sömürge ülkelerdeki üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkilerinin yaratılmasıyla (örneğin Avrupa'da olduğu gibi) değil, daha çok yeni sömürgeci üretim ilişkilerinin yaratılmasıyla serbest bırakılmasıdır. Marx’ın daha önce metninde açıkça söylediği gibi, üretim güçleri kendi toplumsal ilişkilerine dayanır ve aksi mümkün değildir. Bu güçler soyutlamayla gelişmez fakat üretim ilişkisinin belirli bir çerçevesinde belirlenir. Özellikle toplumsal üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin çerçevesini belirler ve genel olarak üretimi şekillendirir. Bu toplumsal güçler gelişse bile, üretim güçlerinin oluşturduğu çerçeveyi aşamaz. Sömürge üretim ilişkileri zorunlu ve yapısal olarak sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçlerin gelişimiyle sınırlanmıştır. Sömürge ve kapitalist üretim ilişkileri arasındaki fark, hem tarihsel oluşumları hem de yapısal özleri açısından çok büyüktür. Onların arasındaki yapısal farklılık her birini oluştuğu tarihsel formasyondan kaynaklanır. Üretimin kapitalist ilişkiler tarzı, feodal üretim çerçevesi içinde, ilk olarak üretici güçlerin gelişimi tarafından biçimlendirilmiştir. Feodal çerçevenin zorunlu bozulması böylece hem kapitalist ilişkilerin tamamlanması hem de üretici güçlerin özgürleştirilmesi için bir koşuldur. Diğer yandan üretimin sömürge tarzı pre-sömürge üretim çerçevesi içindeki zorunlu gelişen üretici güçlerin sonucu değildir. Sömürge ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi sömürge bağımlılığı yoluna yönlendiren sömürgeci şiddet ve yıkım, bununla birlikte, sömürge üretim ilişkilerinin oluşumu, bu ülkelerdeki üretici güçlerin gelişiminden önce kapitalist gelişme olasılığını ortadan kaldırdı. Sömürgeciliğin özgürleştirdiği üretici güçler sömürge ülkeleri deformasyona uğratacak şekilde hareket etti. Bu durum kapitalizme doğru gelişim olanaklarını yok etti. Bunu Lübnan’da görüyoruz ve bugün hala birçok sömürge ülkede devam etmektedir.

Sömürgeciliğin ilk çabasının sömürgelerdeki el emeği ve hafif tüketime yönelik üretim dâhil bütün sanayi gelişimini engellemek olduğunu unutmamalıyız. Sonuç olarak, sömürgeciliğin ülkelerimizde kendi çıkarlarına hizmet etmek ve yeteneklerimizi köleleştirmek için yaptığı yatırımları iyi yönetmesi amacıyla ülkelerimize taşınmış üretim güçleri hiçbir şekilde bağımsızlık seviyesine yükselememiştir. Bu ülkelerde üretici güçler gelişirken, bu gelişmenin yöneldiği tek olası amaç bağımlılıktır. Üretici güçlerin ve onların gelişiminin bu bağımlılığı ve mutlak boyun eğmesi, sömürge üretimini kapitalist öncülünden ayıran şeydir. Kapitalist üretim, toplumsal üretimin içinde geliştiği feodal çerçeveyi kırarak, toplumsal üretim güçlerini, daha geniş toplumsal yapı içindeki gelişimleri sırasında onları bağlayan prangalardan etkin bir şekilde kurtardı. Bu güçler de kendileri aracılığıyla oluşan toplumsal yapıdan bağımsız hale geldiler. Böyle bir bağımsızlık, aslında, böyle bir üretim tarzının varlığını tanımlayan şeydir, yani bunun temelidir. Sömürge üretim tarzı bu nitelikte tanımlayıcılık sergilemez. Onu bir üretim tarzı olarak ayırt eden şey, aslında onu bir üretim tarzı olmaktan alıkoyan şeydir, sanki bir üretim tarzı olarak var olma potansiyeli her zaman bir olmasının imkânsızlığı ile birlikte ve aynıdır.

Sömürge üretim tarzını tanımlamada karşılaştığımız zorluk, düşüncemizdeki karışıklıktan değil, bu farklı üretimin tarihsel varlığının kalbindeki bir belirsizlikten kaynaklanmaktadır. Teorik olarak anlaşılması ve dolayısıyla bilimsel olarak tanımlanması zor olan karmaşık bir tarihsel olgudur. Gerçek şu ki, sömürge tarzı üretim olarak adlandırırken üzerinde ısrar ettiğimiz bu üretim tarzı, bu terimin klasik olarak anlaşıldığı şekliyle bir üretim tarzının temel bileşenlerinden çok azına sahiptir. Birincisi, yapısı ve gelişimi bağımsızlıktan yoksundur. Bunu söylerken kapitalist üretim tarzının geliştiği mantıktan farklı olan kendine özgü bir gelişme mantığına itaat etmiyor demek istemiyoruz. Tam tersine, sömürgeci üretim tarzının kapitalist muadiline yapısal ve gelişimsel bağımlılığının, özgüllüğünün ve farklılığının temeli olduğunu söylemek istiyoruz. Sömürgeci üretim tarzını analiz etmenin zorluğu, bu bağımlılığı nasıl kavramsallaştırdığımız ve yapısını nasıl ortaya çıkardığımızda yatmaktadır. Tüm araştırmalarımız bu bağımlılık tarzını tanımlama girişimidir ve bize sömürgeci üretim tarzı kavramını vermiştir. İlk bakışta, sömürgeci üretim tarzının özündeki bağımlılığın, onu bağlı olduğu kapitalist üretim tarzından farklı olarak anlamaya yönelik her türlü girişimi geçersiz kıldığı görünebilir. Bu doğru olsaydı, yani gerçekliğin görünüşü ve özü aynı olsaydı, o zaman "az gelişmiş" ülkelerin belirli bir tarihsel gelişme mantığına boyun eğdiğini kabul etmek kesinlikle imkânsız olurdu. Görünüşü özle birleştiren bu yanılsamanın temeli, yanlış bir ampirik bağımlılık anlayışıdır. Bu anlayış, çelişkili bir birlik içinde iki farklı yapının var olabileceği olasılığını kategorik olarak reddeden ampirik bir nedensellik anlayışına demirlenir. Böyle bir anlayışa göre bir birlik, zorunlu olarak özdeşlik içinde var olan ve gelişen benzer unsurlardan veya yapılardan oluşur. Bu tür bir düşünce, temelde Hegelci’dir, Marksist değil. Bağımlılığı -ki aslında sömürge ilişkisinin kendisidir- bir yandan kapitalist üretimin tutarlı yapısını, diğer yandan da ikinci bir tutarlı yapıdan ziyade tutarsız unsurları içeren bir birlik olarak anlamamıza yol açacaktır. Bu unsurlar (sözde) kapitalist üretimin baskın ve zaten tutarlı yapısına zorunlu olarak tekabül eden tutarlı bir yapı oluşturmaya doğru ilerlemektedir. Bu tasarıdaki hareket yapısal ayrımdan çok yapısal belirlemeye doğru ilerleyen şekildedir. Bu, bağımlılığın bir koşulunun, birleşmelerini ve tutarlı bir yapıya kaynaşmalarını önleyen bir gelişim çerçevesi bünyesindeki tutarsız, bozulmuş unsurların dayanıklılığının olduğunu göstermektedir.

Charles Bettelheim'ın değerli çalışması India Independent[iii] gibi Marksist eserler de dahil olmak üzere ‘azgelişmişlik’ üzerine ekonomik literatür, sömürgeleştirilmiş ülkelerde bağımlılığın var olduğunu ve devam ettiğini varsaymaktadır, çünkü bu ülkelerdeki üretim unsurları ve sektörleri belirli bir üretim tarzına karşılık gelen bir birliğe uyum sağlayamaz. Bu, dengesizliğin ‘az gelişmiş’ bir ekonomiyi karakterize ettiği fikrinin geldiği yerdir. Çağdaş ekonomik bilimde, 'azgelişmiş' ülkelerdeki üretimin özünde kapitalist olarak sınıflandırılması, 'az gelişmiş' üretimi, üretim tarzının birliğine[iv] -uyumlu bir yapısal bütünlüğe- katılmayan bir üretim yapısının birbirinden kopuk öğeleri olarak görmeye dayanmaktadır. Bu çelişki bizim düşüncemizin bir ürünü değildir, ancak “az gelişmiş” ülkelerdeki sosyal üretimin kendi yapısal birliği ile tutarlı bir üretim olabileceğine inanmayı zor bulanlar tarafından karşılanmaktadır.

Sömürgeci üretime bağımlılığın, birleşik olmayan üretim unsurlarının kapitalist üretimin tutarlı bir yapısına bağımlılığı olarak anlaşılması, bu ikinci üretim sistemini ülkelerimizdeki bu üretim unsurlarını birleştiren odak noktası haline getirmektedir. Bu şemada, sömürgecilikte bağımlılık ilişkisi içindeki birlik, bir yandan tutarsız üretim unsurları ile diğer yandan tutarlı (kapitalist) bir üretim yapısı arasında yer almaktadır. Eğer gerçekten durum böyle olsaydı, toplumsal üretimimiz kapitalist üretimin tam olarak oluşturulmuş bir yapısı olarak tutarlılığa ulaştığında sömürgeciliğe bağımlılık sona erecekti. Bu şemada, sömürgeciliğe bağımlılık aşaması, kapitalist bir üretim tarzının tarihinde geçici bir aşama olacaktır. Öyle olsaydı, sömürgecilik, kapitalizmin gelişmesi için ülkelerimizde maddi bir temel oluşturacak ve bağımsızlık, sömürgeciliğin kendisi tarafından yaratılan kapitalist gelişme olanaklarının tarihsel olarak gerçekleşmesi olacaktı (Marx'ın güçler ve üretim ilişkileri arasındaki yapısal ilişkiye atıfta bulunduğu anlamda ‘maddi temel’ demek istiyoruz). Bu, kapitalist gelişmenin sömürgeleştirilmiş ülkelerin geçmesi gereken temel ve gerekli bir aşama olduğu sonucuna varmamızı sağlayacaktır.[v]

Bununla birlikte, tarih -özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem- bunun tam tersini göstermiştir. Tarihsel gerçeklik teoriyi doğrulamak ve bilimsel doğasını ölçmek için çok önemli olsa da, bu bağımlılık anlayışının (yani sömürge ilişkisi) tarihsel gerçeklik tarafından zayıf teorik temelini kısaca vurgulamak için doğrulanıp doğrulanmadığı sorusunu gündeme getirelim. Bu tür bir düşünce Marksist olduğunu iddia etse de, aslında Hegelci bir yapıdır, bu yüzden içsel mantıksal çelişkilerle doludur ve analiz ettiği tarihsel gerçekliği yansıtmaz Özellikle sömürge ilişkisine yanlış bir bakış açısına yol açan Hegel diyalektiğidir. Hegel diyalektiği, farklılıktan ziyade bir kimlik hareketidir. Kapsadığı her şey arasındaki farklılıkları ortaya çıkarmak yerine çözer. Bu nedenle, bu diyalektik, her ikisinin de tek bir yapısal birlik içinde geliştiği bir hareket olan iki yapı arasındaki farklılaşma hareketinde bir birlik göremez. İdealist bir diyalektik olarak, birliği yalnızca yapılardan değil, unsurlardan oluşan tek bir yapıda kavrar ve farklılaşabileceklerini ve eşitsiz hale gelebileceklerini imkânsız görür, çünkü tüm unsurlar gerçeklikte değil, düşüncede birleşik tek bir seviyede bulunur. Karmaşık ve farklılaşmış birliği aynı düşünce birliğine çözen bir düşünce tarzı olarak, Hegel diyalektiğinin idealist özü, farklılaşmış yapısal birliğin içinde gerçekliği yakalamayı imkânsız kılar. Tek başına Marksist diyalektik, sömürge ilişkisinin yapısını, birbirleriyle yapısal bir birlik içinde bağlı kalırken farklılaşmaya devam eden iki yapıdan oluşan farklılaşmış bir birlik olarak ortaya çıkarabilir. Her yapı bir bütün olarak bu farklılaşma hareketinden diğeriyle olan ilişkisinde geçer, tıpkı bu hareket farklılaşmaya devam ettikçe her ikisinde de çalışır. Marksist diyalektik bunu ortaya koymaktadır, çünkü onun temelinde, çelişkilerin birliğine bağlı bir farklılaşma ve düzensizlik hareketi olan gerçekliğin hareketi vardır.

Sömürge ilişkisini çelişkili bir birlik içindeki iki yapının ilişkisi olarak görmemiz, Marksizm-Leninizmin belirli bir ilkesine, yani yapısal bir birlik içindeki çelişkilerin eşit olmayan gelişiminin bilimsel-tarihsel kuralına dayanır. Bu kuralın, prensip olarak, Marx ve Lenin'e göre kapitalist sosyal yapı olan tek bir yapı içindeki çelişkilerin gelişmesiyle alınan forma uygulandığı açıklığa kavuşturulmalıdır. Öte yandan, bu kuralı, bir bütünü oluşturan kapitalist ve sömürgeci sosyal yapılar arasındaki çelişkiyi analiz etmek için teorik bir yöntem olarak kullanıyoruz. Okuyucularımız, bu kuralı iki yapı arasındaki ilişkiyi analiz etmek için kullanmanın geçerliliğini ve böyle bir ilişkinin özel mantığını gerçekten ortaya koyup çıkaramayacağını sorgulayabilir. Önceki analizimizi bunun için yeterli kanıt olarak görüyoruz. Bununla birlikte, bu konuda daha fazla açıklama talep etmek hem teorik hem de pratik düzeyde büyük önem taşımaktadır. Bazıları sömürge ilişkisini anlamak için bu kuralı kullanmamızı yanlış anlayabilir. Eşit olmayan kalkınma yasasını çağırırken, kapitalist ve sömürgeleştirilmiş ya da “azgelişmiş” ülkeler arasındaki yapısal birliği, iki sosyal yapıdan ziyade iki unsur arasında var olan gibi görüyoruz. Eğer durum böyle olsaydı, bu ülkeler arasında tanımladığımız birlik, toplumsal yapının gerçekliği düzeyinde mevcut olmazdı, daha ziyade soyut düşüncenin bir yapısı olurdu. Meselenin gerçeği, kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bu birliği, her bir yapıyı içsel, çelişkili gelişim çelişkilerini ortadan kaldıran ve her birini basit, soyut bir bütün ya da çelişkide basit, soyut bir rol oynayan bir öğeye indirgeyen bir tür düşünce yoluyla görmememizdir. Çelişkili bir bütüne böyle bir yaklaşım, belirli bir gerçekliğin ne kadar basit görünse de, sadece yanlış değil, gerçeklikten uzaktır. Bu, karmaşık özünü gizleyerek gerçekliği çarpıtan temelde yanıltıcı, ideolojik bir bakış açısıdır. Bu yaklaşımı bilgilendiren Hegelci düşünce, çelişkinin kurucu kısımlarını, asla bir çelişki veya çelişkiyi somutlaştıramayan basit karşıtlara indirger. Bu nedenle Lenin, Hegelci çelişki formülasyonunu gerçekliğin özünden ziyade düşüncenin bir yansıması olarak tanımladı. Sömürge ilişkisi, bu basit çelişki kavramının ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermektedir. Onu, sömürgeleştiren ve sömürgeleştirilmiş ülkeler arasındaki karmaşık çelişkiyi analiz etmek için bir mercek olarak kullanmak, bu çelişkiyi sadece “gelişmiş” ve “az gelişmiş” ülkeler arasındaymış gibi görünmesini sağlayacaktır. Kapitalist ve sömürgeci yapılar, her yapıda diğer yapının çelişkilerini belirleyen ve belirleyen iç çelişkilerinden sıyrıldıysa, ikisi arasındaki yapısal çelişki “gelişmiş ve az gelişmiş” arasında basit bir çelişki olacaktır. Bu formülasyonda, nedenler görünmez, çelişkiler ise metafizik hale gelir -sadece Tanrı ve burjuva kapitalist ideolojinin ustaca aldatıcı koruyucuları tarafından bilinen gizemli bir sır.

Kapitalist ve sömürge yapıları arasındaki yapısal birliği, farklılaşma hareketinin yapılar olarak farklılaşmaları çerçevesinde gerçekleşen iki farklılaşmış yapıdan oluşan bir birlik olarak görüyoruz. Bu karmaşık farklılaşma hareketi aslında bir farklılaşma hareketi içindeki bir harekettir. Başka bir deyişle, her yapının belirleyici çerçevesi ve gelişimi, iki yapının birliği çerçevesi ile tanımlanır. Bir birlik içindeki farklılaşmanın hareketi de benzer şekilde karmaşıktır, çünkü evrensel bir yapısal çerçeve içindeki gelişiminde, her yapının sınırlarındaki farklılaşmanın hareketi ile tanımlanır. Bu yapıların tarihsel birliğinin gelişimindeki çelişkili hareketi karakterize eden bu karmaşıklık, burada yer alan çelişki katmanlarını yansıtmaktadır: Her belirli yapıda yapısal çelişkileri kapsayan temel çelişki vardır; sonra birlik içinde egemen bir yapının varlığının sunduğu karmaşıklık vardır ve son olarak, her yapıdaki çelişkilerin birliğinde, birincil çelişki olan baskın bir çelişki vardır. Bu, sömürge yapısına özgü sınıf çelişkilerinin tarihsel gelişiminin önümüzdeki analizinde bize daha açık hale gelecektir. İki yapının birliğinde baskın bir yapının varlığı, yapının birliğinde baskın bir çelişkinin varlığının bu yapının çelişkilerinin gelişiminde çatışmanın temeli olması gibi, onların gelişiminde çatışmanın temelidir. Sadece Marksist düşünce, tarihsel gerçekliğin kalbinde çelişkinin karmaşık doğasını yakalar, çünkü Marksist çelişki -Hegelci çelişkiden farklı olarak- doğası gereği karmaşıktır. Marksist bir lens aracılığıyla sömürgeci ilişkinin incelenmesi kişisel bir seçim değil, bilimsel düşünce üzerine tarihsel gerçeklik tarafından zorunlulukla dayatılan bir şeydir.

Karmaşık Marksist çelişkinin ışığında, sömürge ilişkisi bize, temeli bir tahakküm ilişkisi olan iki yapının birliği olarak görünür. Buradaki birlik, düz bir düzlemde var olan iki eşit yapı ile tek bir yapısal düzlem arasında değildir. Daha ziyade, gelişme sürecinde birincisinin ikincisine egemen olduğu kapitalist ve sömürgeci yapılar arasındaki bir birliktir. Bu çalışmanın ilk bölümünde gördüğümüz gibi, bu birliğin tarihsel gelişimi iki yapının bir diğerine benzediği bir hareket değil, daha çok birincinin ikincisini ürettiği sömürge yapıyı kapitalist yapıdan ayıran bir harekettir.

Kapitalist ve sömürgeci yapıların birliğini geliştiren bu hareketteki farklılaşmanın temelinin, birincinin ikincisi üzerindeki tahakkümü olduğunu şimdi vurgulamak acildir. Bu tahakküm olmasaydı, tarihsel gelişme bir yapısal farklılaşma hareketi olmazdı. Bu farklılaşma hareketinin gerçekte birliğin gelişimi boyunca ortaya çıkan çatışma olduğunu açıklığa kavuşturmalıyız. İki yapının farklılaşmasının yapısal birliklerindeki eşitsizlik olarak tanımlanması, sömürgeciliği “az gelişmişliğin” nedeni olarak tanımlamanın teorik temelidir.

Bu durumdaki nedenselliği yapısal olarak anlamalıyız, mekanik olarak değil. Başka bir deyişle onu gelişimi sırasında başka bir (sömürgeci) yapıyı üreten bir (kapitalist) yapı olarak anlamalıyız. Bu yapı tarihsel gelişimin birliği içinde diğer yapıyı kendi içine dâhil ederek tahakküm kurar. Sömürgeci üretimi, oluşum ve oluş hareketinde kapitalist üretime doğru iten bu “yapısal nedenselliği” netleştirmek, bu çalışmadaki temel mücadelemizdir. Kapitalist yapının atası sömürge benzeri üzerindeki tahakkümü aslında kapitalist üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakkümüdür bu bizim açımızdan açık olması gerek bir korelasyondur. İlk elde bu tahakküm dışarıdan ortaya çıksa da öyle değildir. Bu yapılar arasında farklılaşma olsa bile ya da daha doğrusu var olduğu için, hiçbir ayrım yoktur. Burada tahakkümden söz ederken, sömürgeleştirilmiş ya da “azgelişmiş” ülkelerdeki sömürge askeri üslerinin mevcudiyetinde görülen türden bir şeyi kast etmiyoruz, her ne kadar bu mevcudiyet, sömürgeci tahakkümün açık, şiddetli ve son derece tehlikeli bir biçimi olsa da. Burada vurgulamak istediğimiz gerçek tahakküm, sadece bu ve diğer sömürge tahakküm biçimlerinin temeli değil, aynı zamanda onların varlığını mümkün kılan şeydir. Kapitalist muadili ile birlik dışında var olamayan veya varlığını sürdüremeyen ayrı bir toplumsal yapı olarak sömürge yapısının kendisinin oluşumunda ve gelişiminde içkin olan tahakkümden bahsediyoruz. Kapitalist yapının sömürge yapısıyla birliği içindeki egemenliği, üretici güçlerin sömürge üretim tarzında geliştiği yapısal bir çerçevenin varlığında kendini gösterir; yani, sömürge üretim ilişkileri içinde, belirli sınıf ilişkileri olarak. Bu, “azgelişmiş” ülkeler üzerindeki sömürge egemenliğinin, bu ülkelerdeki sömürge üretim ilişkileri olan üretim ilişkilerinde miras kaldığını söylemektir. Gerçek sömürge egemenliği bu ülkelerin sömürgeciliğe bağımlılığının sömürge üretiminin toplumsal düzeninde temsil edilmesidir. Bu ülkelerde öncelikler askeri ya da iktisadiden birinde doğrudan ya da faal sömürge varlığı değil sömürge yapılarındaki özel sınıf ilişkilerinin içinde ortaya çıkar.

Bu nedenle sömürgeciliğin doğrudan varlığının sona ermesini sömürgeciliğin sona ermesiyle ilişkilendirmek yanlıştır. Benzer şekilde, şu anki politik söylemimizin etrafında kıpırdanan “neo-sömürgecilik” kavramı doğru değildir. Çünkü sömürgeciliğin teorik olarak yanlış bir tanımlamasına dayanır ve ima eder. Sömürgecilik aslında sömürge ilişkisidir ve sömürge kuran güçlerin ortadan kalkması ile yok olmaz, varlığı, bu ilişkinin aldığı şiddet biçimlerinden yalnızca biridir. Aslında, sömürge ilişkilerinden “bağımsız” olunduğuna inanıldığında dahi, sömürgeciliğe bağımlılık, “bağımsız” “azgelişmiş” ülkede var olmaya devam eder. Açık konuşmak gerekirse, sömürgeciliğin sonu ileride göreceğimiz gibi bir özgürlük devrimi aracılığıyla yürürlüğe koyulan sömürge üretimden sosyalist üretime geçişe yol açan üretimin sömürge ilişkilerinin sona ermesine bağlıdır. Sömürgeciliğin faal ve kalıcı varlığı sömürgeleşmiş ülkeler bunu doğrudan tecrübe etse de doğrudan değildir. Bunun yerine, üretimin sömürge tarzında üretimin tarihsel gelişim güçleri bir toplumsal düzen olduğundan, sömürgecilik üretimin sömürge ilişkileri aracılığıyla var olur. Başka bir deyişle, sömürgeci toplumsal yapıya özgü sınıfların var olduğu biçimde somutlaşır. Bu sömürgeleşmiş ülkelerdeki sömürgeciliğin doğrudan sömürgeci kurallara tabi olsa da gerçek varlığının doğrudan olmadığı anlamına gelir. Bunun sebebi sömürgeciliği kendinde var olamaması ama üretiminde ve etkisinde var olmasıdır. Daha önceki bir argümanı yeniden ifade etmek gerekirse, ürettiği toplumsal yapıda, gelişme süreci boyunca farklılaşan bir yapı içinde var olur. Yapının özgünlüğü onun sömürgeciliğe bağımlılığının içinde uzanır. Bu tartışmada açıklığa kavuşturmak istediğimiz nokta sömürgecilik ve “azgelişmişliğin” bağlantısının yapısal nedenselliğidir. Bu belirgin nedensellik ilişkisi analiz etmeyi hala bitirmediğimiz sömürge ilişkisinin gerçeğidir. Şimdi özel bir sınıf yapısı olarak tanımladığımız sömürgeci toplumsal yapının ışığında bu ilişkiyi düşünelim.

Sömürge yapının bir sınıf analizini yaparken teorik zorluk sadece sömürge yapının kapitalist yapıya göre özgünlüğü ve ayırt ediciliği değil aynı zamanda onu analiz eden Marksist düşünceyle olan kararlı ilişkisinden de oluşur. Bu analizde görünüşte eksik olan Marksist düşünce, sömürge yapısıyla gerilim içindedir. Sınıf yapısının Marksist analiz şemasındaki problem kapitalist yapının analiziyle yaratılır. Yine de, bu teorik şemaya kapitalist yapı ile yapısal bir ilişki içinde olsa da bir sınıf yapısı olarak sömürge yapıyı analiz ederken güvenmeliyiz. Bir birlik olarak gelişme hareketlerindeki iki yapı arasındaki farklılaşma, kapitalist yapıyı analiz etmek için oluşturulan bu teorik şemanın, sömürge sınıf yapısıyla kesinlikle kıyaslanamaz olduğu anlamına gelir. Sınıf analizi için tek araç olmasına rağmen, Marksist düşüncenin kendisi gerekli analizi gerçekleştirmenin önünde bir engeldir sanki. Ancak gerçek şu ki, Marksist düşünce ile sömürgeci gerçeklik arasında gördüğümüz gerilim, gerçeği ortaya çıkararak her zaman düşünceyi zenginleştiren diyalektik bir hareket olan bilgi üretim sürecinin kendisiyle zorunlu olarak birliktedir. Zorluk, bu teorik şemanın kendisini bir sınıf analizi aracı olarak sunduğu zorunluluk ile bu şema ile sömürge sınıf gerçekliği arasındaki ölçülemezlik arasındaki çelişkide yatmaktadır.

Bu sürecin sömürge toplum yapısı analizimizde işlediğini görebiliriz. Bu yapının temel karakteri kurulu sosyal sınıflar arasında farklılaşma eksikliğidir. Örneğin, burjuvaziden proletaryaya burada sınıf bariyeri ayrımı yoktur çünkü bu iki ana sınıf arasındaki bariyer açıklıkla belirgin değildir. Sınıf farklılaşmasının olmamasının temel nedeni, bu sınıfların sömürgeleştirilmiş ülkelerdeki oluşumlarının tarihsel koşullarında yatar, ki bu aynı zamanda sömürge yapısının oluşumunun koşullarıdır. Farklılaşma eksiklikleri daha önce açmış olduğumuz bir konu olan biçimlenişleri sırasındaki tarihsel gelişimleridir. Örneğin, sömürgeci burjuvazi -hatalı olarak “milli burjuvazi” denir- ithalat ve ihracat hareketindeki ekonomik faaliyeti tarafından tüketilen, sömürge sanayisini hammaddelerle donatan ve ürünlerini satan ticari bir burjuvazi olan tarihsel biçimi tarafından belirlendi ve hala belirlenir. Bu burjuvazinin gelişimi küresel sömürgeci iş bölümü tarafından yapılandırılmıştır. Onun ticari bir burjuvaziden finansal bir burjuvaziye gelişimin yörüngesi, sanayileşme aşamasından geçmeden bu sınıfı sömürgeci burjuvaziden ayırır. Sanayinin gelişiminin rolü -bu ülkede gerçek bir sanayiden bahsedebilirsek-  bir sonuç olarak sömürge yapının kısıtlayan düzeninde sınıf bariyerini aşamayan küçük burjuvazinin hizipleşmesinin sonucu tarafından ortaya koyulur. Bu sınıf durumu işçi sınıfın varlığına ve oluşumuna çarpmaya bağlıdır. Sömürgeci burjuvazinin gelişimi ve oluşumu -sömürge ilişkilerinin kendisinden dolayı- sanayileşme aşamasından geçmediğinden işçi sınıfındaki değişim ihtimali oluşumu boyunca bastırıldı. Belki de bu tür bir farklılaşma için çok dar bir marj olduğunu söylemek daha doğrudur; bu sayede işçi sınıfının, bir sınıf olarak farklılaşması yoluyla, temelde verimsiz bir küçük burjuvazinin bu üretken sektörüyle yüzleşecek bağımsız, eksiksiz bir varlık olarak oluşması zordu.

Bu bizi, sömürge toplumsal yapıyı karakterize eden farklılaşmamış sınıf yapısı hakkında temel bir noktaya getiriyor. İşçi sınıfının (küçük burjuvaziyle) karşı karşıya gelmesinin, bir sınıf olarak ortaya çıkmasıyla gerçekleşen farklı tarihsel biçim, sömürge yapısında sınıf farklılaşmasının olmamasının kökenidir. Sömürge burjuvazisinin sömürgeci burjuvazi tarafından ticari-finansal bir sınıf olarak belirlenmesi gerçeği işçi sınıfının, sömürge toplumunda var olamayacağı düşünüldüğünde, Batı'da olduğu gibi kapitalist burjuvaziden ziyade küçük burjuvazinin üretici sektörüyle karşı karşıya kaldığı -anormal değilse de- belirli bir sınıf koşuluna yol açtı. Sömürge ilişkisi -kapitalist ve dolayısıyla metropoliten üretimin sömürge üretim üzerindeki tahakküm ilişkisi olarak- sömürge üretimin yapısını öyle bir şekilde belirledi ki, sınıf farklılaşması hareketini özgürleştirmek yerine onu dizginleyecek ve gerçekten de felç edecek hale geldi. Başka bir deyişle, sömürge toplumlarında sınıf farklılaşmasının işlediği çerçeve, sınıfların gelişimini zorunlu olarak farklılaşmamış bir yapıya yerleştirir. Bunun nedeni, sömürgeci üretimdeki üretim güçlerinin zorunlu olarak kapitalist üretimdeki üretim güçlerinin gelişimine bağımlı olmasıdır.

Üretimin sömürge ilişkilerinin gelişim için bir çerçeve olarak şekil aldığı bu anda, kesinlikle gelişimlerini engelleyen özel bir yolla belirlenirler böylece kapitalist Batı’da gördüğümüz sınıf farklılaşmasını yaratırlar. Sömürge ilişkileri aracılığıyla tarımın gelişmesi, onu kapitalist üretime olduğu kadar ithalat ve ihracata da yöneltmesi bu koşulların gerçekleşmesini engelledi. Bu sonuca varırken, toplumsal yapının tarihsel gelişimine ilişkin genel bir Marksist kurala sadece başvururuz. Daha önce alıntıladığımız metinde belirtilen bu kural bir yandan üretim ilişkileri arasındaki benzerliğin varlığı diğer yandan verili üretim tarzındaki üretim güçlerinin gelişim seviyesidir. Bu kurala dayanarak, şunu söyleyebiliriz ki sömürge toplumdaki üretim güçlerinin gelişimi kapitalist toplumlardaki üretim güçlerinin gelişimine benzeyemez, yani onları özgürleştirmek için gerekli olan sanayi devrimini meydana getirecek şekilde gelişemezler. Başka bir deyişle, üretim güçleri yalnızca sömürgeci toplumsal yapıda yürütülen sınıf mücadelesinin farklı biçimi tarafından sömürge çerçevesi paramparça edilerek serbest kalabilir. Bu özel sınıf çatışması tartışmamıza geçmeden önce üretimin sömürge ilişkilerinin yapısındaki sınıfları ya da başka bir değişler sınıf olarak nasıl var olduklarını tanımlamamız gerekir.

Sömürge çerçeveyi farklılaşmamış bir yapı olarak tanımlarken sömürge toplumda sayısız sektör arasında özellikle sömürgeci burjuvazi ve emekçi halk sınıflarının geri kalanıyla arasında bariz eşitsizlikler olduğunu hiçbir şekilde inkâr etmiyoruz. Bu eşitsizlik zorunlu olarak sınıf farklılığını kurmaz, sınıf farklılığının olduğu kapitalist toplumdan daha fazla sınıf eşitsizliği görülse bile. Genel olarak konuşursak, bir yandan Hindistan ve Endonezya gibi sömürge toplumlarında görülen olağanüstü yoksulluk arasındaki karşıtlık diğer yandan gösterişli arabaları ve hizmetçileri olan gösterişli konaklar ise kapitalist toplumlarda bulunmaz. Bunun nedeni Marx’ın söylediği gibi toplumsal sınıflar arasındaki sınıf farklılaşması tüketim üzerinden belirlenmez, toplumsal tüketimi niteliksel ve niceliksel olarak belirleyen toplumsal üretim tarafından belirlenir. Bu nedenle sömürge toplumunun sınıf yapısı, sömürge üretimi düzeyinde ve yapısal çerçevesinde belirlenir. Bildiğimiz gibi, sömürge toplumdaki temel üretim temelde tarımsal-ticaridir. Dahası gelişimi, her zaman kapitalist sömürge üretimini takip eder ve onun bu üretime bağımlılığı sanayileşme aşamasından yoksun olmasıyla belirgindir. Ticari-finansal bir sınıf olarak sömürgeci burjuvazi böylece sömürge toplumunda sömürgeci muadilini temsil eden tüketici burjuvazidir. Sömürgeci burjuvazi açısından faal, bağımsız bir sınıf olmak imkânsız olduğundan, yalnızca temsil işlevi nedeniyle ayrı bir sınıf olarak belirlenmiştir. Sömürge toplumda hayatta kalması bağımsız bir sınıf, yani üretken bir burjuvazi olarak oluşumunu olanaksız kılan koşulların sürekliliğine bağlıdır. Bu, sömürge burjuvazisinin ancak başka bir sınıfı temsil ettiği sürece bir sınıf olduğu anlamına gelir. Bu imkânsızlık, sömürge yapıdaki sınıf farklılığının yokluğunun yapısal temelini sağlayan sömürge ilişkisinin bir sonucudur. Bu farklılaşmama sömürge toplumunun çeşitli hizipleri arasındaki böyle küstah farklılıkların temelidir. Görünüşte kendi içinde çelişkili, bu ifade sağlamdır, çünkü bir sömürge toplumunda gördüğümüz aşırı farklılıklar, üretim değil, yalnızca tüketim düzeyindedir (yani, her bir fraksiyonun tüketme yeteneği arasındaki farklılıklardır). Gerçekten de, bu farklılıkların keskin doğası, sömürge burjuvazinin üreten değil tüketen bir sınıf olarak yapısının bir ürünüdür.

Sömürge üretimi bir sanayileşme aşamasından yoksundur. Sonuç olarak, bu toprak genellikle sömürge toplumunda temel üretim araçlarını oluşturur. Bu tarımsal üretimin sanayi üretimine baskın olduğu anlamına gelir. Bu baskınlığa rağmen, üretimin ‘feodal’ ilişkilerinden bahsedemeyiz. Sömürge ilişkisinin aracılık ettiği tüm tarımsal üretimin (özellikle "gelişmiş" sektörlerinin) temelde ihracata, yani sömürge kapitalist üretimine yönelik olması nedeniyle köylüler ve tarım sahipleri arasındaki bütün tarımsal üretim (özellikle ‘gelişmiş’ sektörlerindeki) ilişkisinin aracılık ettiği temel olarak ihracata yani sömürge kapitalist üretime yöneliktir. Tarımsal üretim, sömürge ilişkisinin sınırları içinde geliştiği için, tarımsal mülk sahipleri (örneğin Batı'da olduğu gibi) burjuvazinin ayrı bir feodal sınıfını oluşturmazlar, daha çok sömürge burjuvazisinin bir kesimini oluştururlar. Söylemeliyiz ki, bu çalışmanın ilk bölümünde tanıttığımız gibi ticari-finansal burjuvazinin bir fraksiyonudur. Sömürgeci üretimin yapısının farklı doğası, köylülerin (özellikle tarım işçilerinin) sömürünün, hatta aşırı sömürünün yükünü diğer sosyal sınıflardan daha fazla taşıması gerçeğinde bize açıkça görünür. Sömürge üretimin sömürge ilişkileri içinde gelişmesi ve doğrudan ihracata yönelik olmasından dolayı sömürge toplumda sömürgeciliğin temel sömürücü aracıdır. (Sömürge toplumunun ) köylüsü ile sömürgecilik arasındaki sömürücü ilişki dolaylıdır çünkü sömürge toplumda bu, ikincisinin sömürge burjuvazisinin sayısız fraksiyonu olarak adlandırılan temsili ile işletilir.

Kaynakça: Bu metin, Mehdi Amel’in “Arab Marxism and National Liberation” adlı kitabının “An Analysis of the Class Contradictions in the Colonial Mode of Production (or, an Analysis of the Relations of Production in the Colonial Social Structure)” (ss. 55-83) başlıklı makalesinin çevirisidir. BEP Çeviri Ekibi tarafından çevirilerek redakte edilmiştir.



[i] Yves Lacoste daha önce alıntılanan makalesinde, önde gelen sömürge yöneticisi Hubert Lyautey'in, Marakeş'te Fransız sömürgeciliğinin hayatta kalmasının ülkenin geleneksel yapılarının veya en azından çoğunluğunun hayatta kalmasına bağlı olduğunu mükemmel bir şekilde anladığından bahseder.

[ii] Sömürge yönetimine tabi ülkelerde özel mülkiyetin tanıtılması ve normalleştirilmesi süreci bu tür şiddete örnektir. Bu ülkelere özel mülkiyet, kolektif mülkiyeti yok ederek getirilmiştir. Sömürge güçleri, ileri gelenler ve kabile liderleri arasındaki müttefikleri için sömürge öncesi üretim tarzında en önemli üretim aracı olan toprağı ele geçirmiştir. Örneğin Cezayir'de, siyasi iktidarı sömürgecilere bırakmaları koşuluyla yerel seçkinlere toprak verildi. Sömürgeci güç ile müttefik olan bir toprak sahipleri sınıfı oluşturmak bu süreçteki son adım değildir. Sömürgeciliğin nihai hedefi, gerçek sahiplerinden iyi toprakları çalmaktı. Bu, iki yoldan biriyle başarıldı: ya insanları topraklarından sürülmesini, dağlara sürülmesini ve onların yerine Avrupalı ​​sömürgecilerin getirilmesini gerektiren şiddet doğrudan yollarla, ya da ucuz fiyatlarla ve müteakip bankalara bağlı, ya doğrudan topraklara el koyacak ya da ticari mübadele yoluyla getirilerini yönetecek şirketlerin oluşumu ile  arazi satın alınmasıyla elde edilen meşru (yani yasal) hırsızlıkla. Sömürge ülkelerde sömürge üretim ilişkilerinin oluşum tarihi, sömürgeci şiddetin tarihidir. Bu şiddet,  - meşru ve gayrimeşru - hırsızlık ve yağmadan Latin Amerika yerlilerinin ve Afrika siyahlarının kaderi olan cinayet ve soykırıma kadar birçok biçim almıştır.

[iii] Cf. Bettelheim 1962.

[iv] Tutarlı bir yapıdan ziyade birbirinden kopuk öğeler olarak 'azgelişmiş' üretim tanımı, 'azgelişmiş' ülkelerde kapitalist, feodal, sahte-feodal, geleneksel feodal, ilkel feodal, sahte-kapitalist gibi farklı yapısal üretim sektörlerinin var olduğu görüşüne izin verir. Charles Bettelheim,  'azgelişmişliği' birbirinden bağımsızlığını koruyacak şekilde birbirine yapışmış farklı üretim yapılarını kapsayan bir dış çerçeve olarak görmeyi reddederek tutarsız bir yapı olarak anlamanın ötesine geçmeye çalıştı. Bunun yerine birkaç farklı sosyal yapının bir çakışmasını (metinde aynen böyledir) tanımladı. ‘Çakışma’’ terimi, kitabının tamamında yer alır (örneğin, s. 159, 125, 63, 45). Tek bir "geri" ülkede çeşitli toplumsal üretimlerin organik olarak iç içe geçmesi anlamına geldiği anlaşılan bu terim, orada çok sayıda üretim tarzının var olduğunu doğrular. Bu nedenle, bu çeşitli üretim tarzlarına kendi kendini idame ettiren ve bağımsız olarak değil, kendi yapısal – ve dolayısıyla gelişimsel – birliğe sahip ayrı bir toplumsal üretim tarzı oluşturmak için birbiriyle uyumlu temel bileşenler veya unsurlar olarak bakar. ‘Çakışma’ kavramının ima ettiği bu tür bir iç içe geçme, sömürgeci üretim tarzının yapısal birliğini gösterir.

[v] Marksist düşünce, bu tür düşüncenin egemen olduğu bir evreden geçmiştir. Katkısı “ulusal demokrasi teorisi”ydi. Ancak hem tarihsel deneyim hem de bu çalışmada şimdiye kadar tartıştıklarımız bu teorinin eksik olduğunu kanıtlıyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü