Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyasal hareke

Sosyalizm neden enternasyonalist olmalı ve Rosa Luxemburg bize bu konuda ne öğretebilir? - Michael Löwy


 

Sosyalizmin enternasyonalist programına Rosa Luxemburg kadar sadık kalan Marksist düşünür sayısı pek azdır. Yahudi, Polonyalı ve Alman’dı; fakat onun yegâne “anayurdu” Sosyalist Enternasyonal’di. Bu radikal enternasyonalizmin onu ulus sorununda tartışmaya açık görüşlere yönlendirdiği de gerçekti. Örneğin, kendi ülkesi Polonya’ya ilişkin, Piłsudski'nin Polonya Sosyalist Partisi'nin (PSP) “sosyal vatanseverleri”nin gündeme getirdiği Polonya ulusal bağımsızlık çağrısına karşı çıkmakla kalmadı; Polonya'nın kendi kaderini tayin etme hakkına (Rusya'dan ayrılma hakkı dâhil olmak üzere) Bolşevik desteğini de reddetti. 1914'e kadar bu görüşlerini “iktisadi” argümanlara dayandıracaktı: Polonya hâlihazırda Rus ekonomisiyle bütünleşmişti ve bu nedenle bağımsızlığı yalnızca gerici aristokrat veya küçük-burjuva katmanları tarafından paylaşılan tamamen hayalî bir talepti. Ayrıca ulusları özünde “ kültürel” fenomenler olarak tasarladığından “kültürel özerkliği” ulusal taleplerin çözümü için öneriyordu. Yaklaşımının kaçırdığı nokta ise Lenin’in konuyla ilgili yazılarında vurguladığı, ulusal sorununun siyasi boyutuydu; yani demokratik hak için kendi kaderini tayin etme.

 

Her nasılsa en azından bir makalede (Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket derlemesi için 1905 tarihli girişi) bu sorunu çok daha açık ve diyalektik şekilde ifade etmiştir. Bu yazıda -“doğrudan olarak sosyalizmin temel ilkelerinden kaynaklanan”- her ulusun meşru bağımsızlık hakkıyla kendisinin reddetmiş olduğu, Polonya bağımsızlığının arzulandığı arasında dikkatli bir ayrım çeker. Ulusal baskının “dayanılmayacak şekilde barbarca bir baskı” olduğunu ve bunun sadece “öfkeli, bağnaz isyanı” kışkırtacağı konusunda da ısrarcıydı. Yine de birkaç yıl sonra, 1918 tarihli Rus Devrimi üzerine olan, Bolşeviklerin demokrasi ve özgürlüğü kısıtlamaları hakkında oldukça değerli eleştirileri barındıran, defterinde “içi boş, küçük burjuva söyleyişi” olan ulusların kendi kaderini tayin hakkına başvurmayı bir kez daha reddediyordu.

 

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmiyle ilgili tartışmaların çoğu temelde -ve bazen sadece- onun ulusal haklar üzerine olan (gerçekten tartışmalı) teziyle ilgilenmektedir. Bu tartışmalarda eksik olan, görüşlerinin olumlu yanıdır: Marksist proleter enternasyonalizm anlayışına olağanüstü katkısı, milliyetçi ve şovenist ideolojiye boyun eğmeyi inatla reddetmesi.

 

Dünyanın işçileri, birleşin!

Georg Lukács, Tarih ve sınıf Bilinci (1923)’nin “Rosa Luxemburg’un Marksizmi” başlıklı bölümünde bütünlüğün diyalektik kategorisinin “bilimdeki devrimin taşıyıcı ilkesi” olduğunu öne sürer. Rosa Luxemburg’un yazılarında, özellikle Sermaye Birikimi (1913)’nde, bu diyalektik yaklaşımın şaşırtıcı bir örneğini görür. Bununla beraber, aynı şey Rosa’nın enternasyonalizmi için de söylenebilir: bütün sosyal ve politik konuları bütünsel bakış açısından yani uluslararası işçi sınıfının çıkarları açısından yargılar, analiz eder ve tartışır.

 

Bu diyalektik bütünlük boş bir evrenselcilik ya da farklılaşmamış varlıkların toplamı gibi bir soyutlama değildir. Rosa uluslararası proletaryanın kendi kültürleri, dilleri ve geçmişleri olan bir insan çokluğundan oluştuğunu iyi biliyordu; bu insan çokluğunun yaşam ve çalışma koşulları da oldukça farklıydı. Sermaye Birikimi’nde, Güney Afrika'nın madenlerinde ve tarlalarındaki angaryanın uzun bir tasviri vardır -Alman fabrikalarıyla benzer hiçbir şey tespit edilememiştir. Ancak bu çeşitlilik, ortak eylemin önündeki bir engel olarak anlaşılmamalıdır: başka bir deyişle, enternasyonalizm, Marx ve Engels için olduğu gibi, -“dünyanın bütün işçileri birleşin!” - bütün ülkelerden gelen işçilerin ortak düşmanlarına (kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlara) karşı birliğidir.

Almanya'ya gelmesinden ve Alman sosyal demokrasisinin saflarına girmesinden kısa bir süre sonra, militarizme, askeri kredilere veya deniz seferlerine herhangi bir taviz vermeyi reddetmesinin sebebi budur. Sosyal demokrat sağ kanat (Wolfgang Heine ve Max Schippel gibi insanlar) Kaiser’in hükümeti ile anlaşmalar üzerine görüşmeye istekli olsa da, sözüm ona "iş yaratma ihtiyacı" ile haklı çıkarılan bu tür kapitülasyonları açıkça kınamıştır. Rosa’nın (akademik yaklaşımla sınırlı olsa bile) yararlı bir biyografisinin yazarı olan Peter Nettl, onun enternasyonalist muhalefetini “kurak ve resmi bir egzersiz” olarak reddettiğinde oldukça hatalıdır -işsizliğin sınıf mücadelesi için gerekli bir uyarıcı olduğu inancından hareketle!

 

Sınırlar olmadan dayanışma

Zamanının diğer sosyalistlerinden farklı olarak, Luxemburg’un enternasyonalizmi Avrupalı ülkelerle sınırlı değildi. Avrupa sömürgeciliğinin en başından beri faal olarak karşısında durdu ve sömürge insanlarının direnişine sempatisini saklamadı. Bu durum elbette, 1904'te Alman Güney Batı Afrika’sında acımasızca bastırılan Herero ayaklanması gibi, Afrika’daki Alman sömürge savaşlarını da içeriyordu. 1911’de yapılan halka açık bir konuşmada şunları söyledi: “Herero yüzyıllardır anayurtlarında yaşayan zenci bir halktır… Onların ‘suçu’ beyaz köle denetçilerini içeri almamak... ve kendi topraklarını yabancı işgalcilere karşı savunmaktır. Bu savaşta da Alman silahları zengin bir zaferle kaplıdır… Erkekler vurulmuş, kadınlar ve çocuklar… kavrulan çölün içine itilmiştir.”

 

Almanya'nın, Kuzey Afrika'daki (Fransa'ya karşı) emperyalist isteklerini -1911’de “Fas olayı” olarak adlandırılan Almanya savaş gemilerinin Agadir'e gönderilmesi- kınarken, Cezayir'deki Fransız sömürgeciliğini, Arap kabilelerindeki eski klan komünizmine karşı burjuva özel mülkiyetini dayatan şiddetli bir girişim olarak nitelendiriyordu. 1907-1908 yıllarında Sosyal Demokrat Parti (SDP) Okulu'nda ekonomi politik üzerine verdiği derslerde, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proleter yığınların modern komünizmi ile imparatorluk hâkimiyetindeki “sömürge ülkelerinde dindirilmeye çalışılan kâr-açlığına karşı inatçı bir direniş sergileyen eski komünist kalıntılar” arasında bağlantı kuruyordu. En önemli ekonomik makalesi olan Sermaye Birikimi’nde, küresel ölçekteki kapitalist birikimin sadece erken bir aşama olmadığını, aynı zamanda şiddetli mülksüzleştirmenin süreklilik arz ettiğini savunuyordu: "Tarihsel bir süreç olarak görülen sermaye birikimi, gücü sadece oluşumunda değil, günümüze kadar da kalıcı bir silah olarak kullanıyor. İlgili ilkel toplumların bakış açısından bu bir ölüm kalım meselesidir; onlar için karşı koymak ve sonuna kadar savaşmaktan başka bir tutum olamaz... Bu nedenle, kolonilerin ordu tarafından kalıcı olarak işgal edilmesi, yerli ayaklanmalar ve cezai seferler, herhangi bir sömürge rejimi için çağın buyruğudur”.

 

O zamanlar çok az sayıda sosyalist, sömürge seferlerini kınamakla yetinmeyip sömürgeleştirilmiş halkın direniş ve mücadelesini haklı buluyordu. Bu tutum, enternasyonalizminin gerçekten evrensel doğasını ortaya koymaktadır -tabii ki, dikkatinin merkezinde Avrupa olsa bile.

 

Sürekli savaş karşıtı

Rosa Luxemburg yeterince açık bir şekilde Avrupa’da yükselen savaş tehlikesini görüyordu ve Alman İmparatorluğu hükümetinin savaş hazırlıklarını kınamayı sürdürüyordu. 13 Eylül 1913’te Frankfurt yakınlarındaki Bockenheim kasabasında bir konuşma yaptı ve muhteşem bir enternasyonal beyanla taçlandırdı: “ Eğer cinayet silahlarını Fransız ve başka halklardan kardeşlerimize karşı  kaldıracağımızı düşünüyorlarsa o halde bağırırız: asla bunu yapmayacağız!”. Savcı onu “yasaya karşı gelme çağrısı” ile suçladı. Eylül 1914’teki duruşmada Rosa Luxemburg militarizm ve savaş politikasına karşı, I. Enternasyonal'in 1868 Brüksel konferansı kararlarına değinerek korkusuz bir konuşma yaptı: savaş durumunda işçiler genel grev çağrısı yapmalı. Konuşma sosyalist basında yayınladı ve özgün bir savaş karşıtı yazın haline geldi. Luxemburg bir yıllık hapis cezasına mahkûm edildi fakat imparatorluk makamları onu savaş başladıktan sonra, 1915’te, tutuklamaya cesaret edebildi.

 

Diğer pek çok Avrupalı sosyalist ve Marksist kendi hükümetini Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla “vatanı savunmak” adıyla desteklese de, Luxemburg hızlı bir şekilde emperyalist savaşın karşısında örgütlenmeyi hedefledi. Bu kritik anda, aylar boyunca yazılarında saldırgan, resmi “vatansever” ideoloji karşısında taviz vermeyen ve SDP liderliğinin proleter enternasyonalizm ilkelerine sefil ihanetine karşı önemli argümanlar geliştirdi. Rosa’nın, SDP politikalarına karşı “artan nefreti” olarak adlandırdığı şeyi açıklamaya çalışan J.P. Nettl “ güçlü bir bireysel” unsuru işaret ediyordu: “Rosa Luxemburg gibi göçmenlerin hantal ve ‘resmi’ Almanlara karşı sonu gelmez, engellenemeyen sabırsızlığı ve hayal kırıklığı”. Bununla birlikte, Nettle savaş karşıtlığının yabancı “göçmenlerle” sınırlı olmadığını; Karl Liebknecht, Franz Mehring, ve Clara Zetkin gibi özgün Alman figürlerini de içerdiğini kabul etmek zorunda kaldı. Rosa Luxemburg’un Ağustos 1914’teki sosyal-vatansever kapitülasyonlara karşı olan öfkesini “göçmen sabırsızlığı” değil enternasyonalizme ömür boyu süren sadakati alevlendirmişti.

 

Anti-militarist ve anti-milliyetçi propagandaları nedeniyle defalarca tutuklandı, 1916 yılında Ya/Ya da başlıklı makalesinde ilkeli bakış açısını şöyle özetledi: “Proletaryanın, savunması her şeyden önce gelmesi gereken anavatanı, Sosyalist Enternasyonal’dir”. İkinci Enternasyonal, “sosyal-şovenizm” dediği şeyin etkisiyle çöktü, “tüm ülkelerin proleterleri, birleşin”, “tüm ülkelerin işçileri, birbirinizin boğazını kesin” ile yer değiştirdi. Buna karşılık Luxemburg, yeni Enternasyonalin oluşturulması için çağrı yayınladı. Bu geleceğin enternasyonalinin temel ilkelerini kaleme alarak şunları vurguladı: “Proletaryanın uluslararası dayanışması ve sınıf mücadelesi olmadan hiçbir sosyalizm olamaz. Sosyalist proletarya, savaşta ya da barışta,  intihar etmeden sınıf mücadelesinden ve enternasyonal dayanışmadan vazgeçemez”.

 

Bu, elbette, Karl Kautsky'nin Enternasyonal'in barış zamanları için bir araç olduğu, ancak ne yazık ki bir savaş durumunda yeterli olmadığı yönündeki ikiyüzlü iddiasına bir cevaptı. Bu yeni teori, Kautsky’nin 1914'te Alman "ulusal savunmasını" destekleme gerekçesinde işe yaramıştı. Ya/Ya da kişisel bir ifadeyi, Luxemburg’un en değerli etik ve politik değerlerinin dokunaklı bir itirafını içerir: “işçilerin uluslararası kardeşliği benim için dünyadaki en yüksek ve en kutsal şeydir, bu benim yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; bu ideale sadakatsiz olmaktansa hayatımdan vazgeçmeyi tercih ederim!”

 

Milliyetçiliğe karşı uyarı

Rosa Luxemburg emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin kötülüklerine karşı peygamberlere özgü uyarılar yaptı. Bir peygamber yalnızca geleceği mucizevi bir şekilde tahmin eden kişi değildir. Amos ve Yeşaya gibi insanları önlerinde uzanan -ortaklaşarak hareket etmedikleri takdirde engelleyemeyecekleri- facialara karşı uyarandır. Luxemburg emperyalizmin ve kapitalizmin varlığını sürdürmesi halinde yeni savaşların her zaman olacağı konusunda uyarıda bulunmuştu: “Dünya barışı,  kapitalist diplomatlardan oluşan uluslararası tahkim mahkemeleri, ‘silahsızlanma’ ile ilgili diplomatik anlaşmalar (…) ‘Avrupa federasyonları’, ‘Orta Avrupa gümrük birlikleri’, ‘ulusal tampon devletleri’ gibi hayalî ya da temelde gerici planlar ile güvence altına alınamaz’ (…) Kapitalist sınıfların egemenliği tartışmasız devam ettiği sürece emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kalkamaz veya kınanamaz”.

 

İşçilerin ve sosyalist hareketin can düşmanı, militarizmin ve savaşın üreme alanı olan milliyetçiliğe dikkat çekiyordu. 1916 yılında şöyle yazıyordu “sosyalizmin acil görevi proletaryanın, milliyetçi ideolojinin etkisi altında ortaya çıkan burjuvazinin egemenliğinden entelektüel kurtuluşu olacaktır”.

 

Savaş, Ulusal Sorun ve Devrim Üzerine Yazılar (1918)  eserinde, savaşın son yılında milliyetçi hareketlerin ani yükselişi hakkında tedirgindi: “Milliyetçi Blockberg'de bugün Walpurgis gecesi” (Alman mitolojik cadıların şabat'ına bir referans). Bu hareketler çok farklı bir doğaya sahipti, bazıları daha az gelişmiş burjuva sınıflarının (Balkanlar'da olduğu gibi) ifadesi iken, diğerleri, İtalyan milliyetçiliği gibi, tamamen sömürgeci karakterdeydi. Bu “günümüz milliyetçilik patlaması" özel çıkarların çeşitliliğini içeriyordu, fakat bu çeşitlilik Ekim 1917'in yarattığı olağanüstü tarihsel durumun yol açtığı ortak bir çıkarda birleşti: proletaryanın dünya devrimi tehdidine karşı mücadele.

 

 “Milliyetçilik” ile kastettiği şey, elbette, ulusal kültür ya da farklı halkların ulusal kimliği değil, “milleti” her şeyin itaat etmesi gereken en yüksek siyasi değere dönüştüren ideolojiydi (“Deutschland über alles”).

 

20. yüzyılın en kötü suçlarından bazıları -Birinci Dünya Savaşı'ndan, İkinci Dünya Savaşı'na ve ötesine -milliyetçilik, ulusal hegemonya, “ulusal savunma”, “ulusal yaşam alanı” ve benzerleri adına işlendiği için uyarıları kehanet gibiydi. Stalinizmin kendisi, “bir ülkede sosyalizm " sloganında somutlaşan Sovyet devletinin milliyetçi yozlaşmanın ürünüydü.

 

Ulusal taleplerle ilgili bazı pozisyonlarını eleştirebilir fakat ulus-devlet politikasının tehlikelerinin (bölgesel çatışmalar, “etnik temizlik”, azınlıklara yönelik baskı) farkına varmıştır.  Soykırımları tahmin edememişti.

 

Küreselleşmiş sol için pusula

Rosa Luxemburg’un enternasyonalizminin bugünle bağlantısı nedir? Tabi ki, erken 21. yüzyılın tarihsel bağlamı ile Rosa’nın birçok metnini yazdığı erken 20. yüzyıl birbirinden oldukça farklıdır. Yine de bazı açılardan açıktır ki onun enternasyonalist mesajı bugünle, kendi zamanında olduğu kadar -hatta daha bile fazla- ilgilidir .

 

21. yüzyılda, kapitalist küreselleşme, gücünü tarihsel olarak benzeri görülmemiş bir kademeye yükseltti, eşitsizlik seviyesini fahiş olarak teşvik etti ve felaket çevresel sonuçlara yol açtı. Oxfam'ın 2017 Raporuna göre, sekiz milyarder ve çok uluslu işletmenin sahibi, insanlığın en fakir yarısının (3.8 milyar insan) servetine eşdeğer bir servete sahipler. Kurumları aracılığıyla -Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve G7- sermaye, neoliberalizm ve kuralsızlaştırma çevresinde birleşik bir kapitalist egemen sınıf bloğunu oluşturdu. Tabii ki, çeşitli emperyalist çıkarlar arasında çelişkiler var, ama hepsi ortak bir gündemi paylaşıyor: işçi hareketinin tüm kısmi kazanımlarını silmek, kamu hizmetlerini ortadan kaldırmak, kârları özelleştirip  kayıpları sosyalleştirmek ve böylece sömürüyü yoğunlaştırmak. Bu küresel süreç, “finansal piyasaların” düşüncesiz ve yeniden düzenlenmiş mekanizmalarının aracılığıyla despotik egemenliği artık tüm ülkelerin nüfuslarına dayatılan asalak finans sermayesinin elindedir.

 

Yerel ve ulusal direniş gereklidir, ancak yetersizdir: böyle sapkın bir gezegen sistemiyle gezegensel ölçekte savaşılmalıdır. Başka bir deyişle, anti-kapitalist direniş küreselleşmelidir. Rosa Luxemburg’lu günlerde komünist ve sosyalist Enternasyonaller bu şekilde pek mevcut değildir. Avrupa Sol Partisi veya Latin Amerika São Paulo Konferansı gibi bazı bölgesel kuruluşlar vardı, ancak eşdeğer bir uluslararası organ yoktu. 1938'de Leon Troçki tarafından kurulan dördüncü Enternasyonal, dört kıtada da hala aktiftir, ancak etkisi sınırlıdır.

 

Umudun temel nedeni, yeni bir enternasyonalist kültürün tohumlarını eken yeni uluslararası küresel adalet hareketidir. Kapitalist küreselleşmeye karşı bu küresel direnişin biçiminin, ana ifadesi 2001 yılında kurulan Dünya Sosyal Forumu’ndaki  gevşek bir sosyal hareketler federasyonu olan “hareketlerin hareketi”dir. Sendikacıların, feministlerin, çevrecilerin, işçilerin, köylülerin, yerli toplulukların, gençlik ağlarının ve sosyalist veya komünist grupların kurumsal -yani kapitalist- küreselleşmeye karşı ortak mücadeledeki bu yakınlaşması ileriye doğru önemli bir adımdır. Tabii ki, esas olarak deneyim alışverişi ve dağınık ortak girişimler almak için bir alandır ve ortak bir strateji veya program tanımlama hırsından yoksundur.

 

Rosa Luxemburg’un mirası hareketimiz için pek çok açıdan önemli olabilir. Düşmanın küreselleşme ya da sadece neoliberalizm olmadığı, küresel kapitalist sistemin kendisi olduğunu netleştirmiştir. Küresel kapitalist hegemonyaya alternatif olan şey “ulusal bağımsızlık”, küresele karşı ulusalı savunmak değil, daha fazla küreselleşmiş, yani uluslararasılaşmış direniştir. İmparatorluğun alternatifi kapitalizmin “düzene sokulmuş”, “medenileştirilmiş” hali değildir, yeni, sosyalist ve demokratik bir dünya medeniyetidir. Tabii ki zamanımızda Rosa Luxemburg’un bilmediği yeni zorluklarla baş etmek durumundayız: ekolojik felaket ve küresel ısınma. Kapitalistlerin sınırsız genişleme ve büyüme arzusunun yıkıcı dinamiklerinden kaynaklanıyorlar ve küresel ölçekte yüzleşilmeleri gerekiyor. Başka bir deyişle, ekolojik kriz, Luxemburg'un enternasyonalist dünya görüşüyle ilgili yeni bir tartışmadır.

 

Rosa Luxemburg’un milliyetçilik zehrine karşı uyarısı hiç bu kadar güncel olmamıştır. Bugün dünyada -özellikle Avrupa ve Birleşik Devletlerde- milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve çeşitli “vatansever”, gerici, faşist veya yarı faşist kılıklar altında ırkçılık yükseliştedir, bu durum demokrasi ve özgürlük için ölümcül bir tehlike oluşturmaktadır. İslamofobi, antisemitizm ve Roman karşıtı ırkçılık, açık veya ayrı hükümet desteğinden yararlanıyor. Her şeyden önce, göçmenlere -zulüm, savaş ve kıtlıktan kaçan umutsuz nüfus- karşı yabancı düşmanı nefreti neo-faşist partiler ve/veya otoriter hükümetler tarafından utanmazca teşvik edilmektedir. Orbán, Salvini ve Trump, göçmenleri -Müslüman, Afrikalı veya Meksikalı- günah keçisi yapan politikaların en bariz ve mide bulandırıcı temsilcileridir. Göçmenleri ulusal, ırksal veya dinsel kimliğe yönelik bir tehdit olarak alenen suçlamaktadırlar. Avrupa sınırlarının dışarıdan yalıtılmasıyla Akdeniz sularında binlerce göçmen ölüme mahkûm edilmiştir. Bunu, Rosa Luxemburg'un şiddetle kınadığı acımasız sömürgeci davranışın yeni bir biçimi olarak görebiliriz.

 

Onun sosyalist enternasyonalizmi, bu yabancı düşmanı fırtınanın ortasında paha biçilmez ahlaki ve politik bir pusula olmaya devam etmektedir. Neyse ki, Marksist enternasyonalistler ırkçı ve milliyetçi dalgaya inatla karşı çıkan tek kişi değil: dünyanın dört bir yanındaki birçok insan, hümanist, dini veya ahlaki değerler tarafından hareket geçirilerek zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma gösteriyor. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, sömürü ve baskıya karşı ortak bir mücadelede tüm ırklardan ve milletlerden insanları örgütlemekle meşguller.

 

Gerici yabancı düşmanlığı, bugün dünyadaki tek milliyetçilik biçimi midir? Ulusal kurtuluş hareketlerinin, Rosa Luxemburg'un onaylamadığı, kendi kaderlerini tayin hakkı için varlıklarını sürdürdükleri reddedilemez. Filistinliler ve Kürtler iki açık örnektir. Yine de, başlıca Kürt ulusal-sol gücü olan PKK'nin (Kürdistan İşçi Partisi) ayrı bir ulus-devlet çağrısından vazgeçmeye karar verdiğini gözlemlemek ilginçtir. (PKK) ulus-devletçiliği baskıcı bir form olarak eleştirerek, Murray Bookchin'in anarşist fikirlerinden etkilenen yeni bir bakış açısı benimsemiştir: “demokratik konfederasyon”.

 

Rosa Luxemburg’un enternasyonalist fikirleri, ayrıca Marx, Engels, Lenin, Trotsky, Gramsci, José Carlos Mariategui, W.E.B. Dubois, Frantz Fanon ve diğer pek çokları zamanımızı anlamak ve dönüştürmek için çok kıymetli araçlardır. Onlar zamanımızın gerekli ve vazgeçilmez silahlarıdır. Marksizm de, her dönemin yeni zorluklarıyla yüzleşmek için yeni fikirler ve kavramlar geliştirmesi gereken, sürekli hareket halinde olan açık bir yöntemdir.

 

 

Kaynak: Bu metin, BEP Çeviri Ekibi tarafından  “Why Socialism Must Be Internatioanlist?” başlıklı yazıdan çevirilmiştir.

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü