Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyas...

Devlet ve Demokrasi Üzerine Düzenlenmiş Notlar - Ferîk Özgür

 


Modern devlet bulunduğu her yerde demokrasi iddiasını kendisiyle beraber taşır. Fakat demokrasi kavramı, kullananın siyasal konumuna göre birçok farklı anlama gelebilen kaygan bir kavramdır. Burada konuyu anlaşılır bir şekilde ele alabilmek için demokrasinin ortaya çıkış koşullarına bakılmalıdır; bunun için devlete bakmak gerekir. Devlet, var olduğu her haliyle toplumun sınıfsal yarılmasına işaret eder. Sınıflara bölünmüş durumda olan toplumun, ondan ayrışmış bir kamu gücüyle; zor ve rıza yoluyla bir arada tutulması işlevi devletin asli işlevi olarak görünür (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 2019: 120). Bu bağlamda devlet, iktidardan ayrı olarak, onun icrasının bir merkezi olarak örgütlenir fakat iktidar ilişkileri her durumda devlet iktidarının alanını aşmaktadır. Devlet, iktidarın merkezîleşip tekrar dağıldığı bir üs işlevi görür. Ancak iktidardan devleti türetemeyiz, iktidarların belirli çelişkilerde yoğunlaşmasıyla ve örgütlenmesiyle devlet, sınıflılığın çelişkisinden örgensel olarak ortaya çıkar. Kendi başlarına dağınık iktidarlar, belirli bir özgül yoğunlaşma derecesinde örgütlenmedikçe gelişkin bir toplumsallık oluşturmazlar. Toplumsallığın oluşturulması bu iktidarın, merkezi bir seçici dönüştürülüşüyle bağlantılıdır. Bu işlevi devlet üstlenir, ancak devlet olarak üstlenmez; üstlendiği için devlettir. Burada devlet dediğimizde bir kere belirlenmiş ve sabitlenmiş işlevler arasında kısıtlı bir kurumdan değil, her toplumsal formasyonda farklı özgül yoğunlaşma biçimlerine sahip olan bir aygıttan bahsetmekteyiz.

Devlet bütün işlevleriyle sınıflı topluma özgülenmiştir.[1] Bu açıdan sınıfların var olduğu her koşulda devlet, sınıfların iradesinin dışında var olmayı sürdürür. Egemen sınıflar, genel çıkarının toplumsal olarak örgütlenmesi işlevini devletsiz yerine getiremez. Bununla birlikte, “Burjuva-kapitalist dünyada hüküm süren rekabet ilkesi, (…), siyasal iktidarın tekil girişimciye (iktidarın büyük toprak sahibine bağlı olduğu feodalizmde olduğu gibi) bağlanmasına hiçbir biçimde izin vermez” (Paşukanis, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, 2002: 145). Bu sebeple modern devlet, onu zapt etmiş olanın istek ve arzularının basit bir hizmetkarı olamaz. Çünkü örgensel ortaya çıkışıyla damgalanmış bir varlık kazanır.

Bu betimleyici ve zorunluluktan şematik anlatı içinde devlet[2], egemen olarak örgütlenmiş olan sınıfın müzakere edilemez çıkarları üzerinden yükselir.[3] Bu müzakere edilemez çıkarlar son kertede zor yoluyla korunması gereken çıkarları oluştururlar. Ancak bu çıkarların her özgül devlet için farklılaştığını, sonuçta sınıflılığa gönderse de birçok farklı belirleyenin olacağını da hesaba katmak gerekir. Burada devleti incelemek açısından perspektifi genişleterek yeniden düşündürtecek bir ek yapmak zorundayız: “Kadın cinsinin tarihsel yenilgisinden” 20. Yüzyıla kadar tartışmaya dahi açılmayan, kamusal işlerin kadın cinsine karşı kapatılması durumu devletin özgün varlığında kristalleşir. Kamusal bir iş olarak devlet ve siyaset, birçok farklı formunda da kadınlara kapalı olmasıyla kendini var eder. Örneğin, birçok farklı formda olmasıyla birlikte, nüfus kontrolü, kadının iş gücüne katılımının niteliği ve niceliğindeki dalgalanmalar, bütün devletlerde kadınlar üzerindeki işlemlerin, kadın bedenin inşasının kadına kapalı kamusal alanda inşasını gösterir.[4] Kadınlar ve Faşizmin Geçişi’nde Macchiocchi önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Makale boyunca İtalyan faşizminin kadınlar üzerindeki çalışmaları ve propagandaları incelemiş, faşizmin kadınlarla ilişkileniş biçimini tartışmıştır. Kadınların işgücü olarak istihdamının ve makinelerin işsizliğe sebep olduğu, kadınların kuluçka makinesi olması gerektiği gibi fikirler bütün siyasal sistemler için de şöyle ya da böyle ortaklaşılmış şeylerdir. Kutsal analık görevleri, vatanın çocuklara ve dolayısıyla kahraman annelere duyduğu ihtiyaç, savaş sırasında kadınların istihdamının artması ve savaşın hemen sonunda kadın istihdamının tekrar diplere itilmeye çalışılması bunun önemli kanıtlarındandır.

Yadsımadan çıkış yaparak yadsımanın yadsımasını onaylıyorum ve diyalektike varıyorum: tarihi yapanlar kadınlardır;(vya) çünkü kadınların durumalışları türün işleyişini bile etkilemektedir, çünkü kadınlar toplumsal-siyasal dokunun her zaman en duyarlı yerinde bulunmakta, ve üstünde toplumun girişim yaptığı, yenildiği, yendiği cephenin örtüsünü başkalarından daha iyi kaldırmaktadırlar (halk içinde kadın sezgisinden söz edilmez mi?) (Macchiocchi, Faşizmin Analizi, 1979: 118).

Bu nokta kuramsal analizin sonunda eklenecek bir ek olarak değil, kuramsal analizi başından sonuna kat edecek şekilde anlaşılmalıdır. Çünkü kadın cinsinin tarihsel yenilgisi, tarihsel ve toplumsal olarak bütün çelişkileri kat eder. Doğal olarak demokrasi değerlendirmesi açıkça kadınlara kapalı kamusal alandaki siyasal tartışma olması yönüyle de düşünülmelidir. Bu doğrudan veya dolaylı biçimlerde tarihsel olarak kendini ortaya koymaktadır.[5] Bu betimleyici anlatımdan sonra, demokrasinin verili tarihsellikte gerçekleştiğinin hesaba katılmasıyla, devletli toplumlardan ayrı düşünülmesi imkânsız bir şey olarak görünmektedir. Demokrasi yine devletliliğin etkisi altında, egemen sınıfların, toplumla çatışan çıkarlarının korunmasının yöntemlerinden birisidir. Doğal olarak her demokrasi bir diktatörlüğün üstünde yükselir. Bu sebeple demokratik formun sınırları, düşünülen özgül devletin müzakere edilemez çıkarlarıyla kısıtlıdır.[6]

Ancak bir azınlığın diktatörlüğü, onların çıkarlarında sınırlanan bir demokrasidense bir çoğunluğun diktatörlüğü ve onların çıkarlarında sınırlanan bir demokrasi polemiksel anlamda gerçek bir demokrasidir. Devletli toplum tarihsel betimleyici bir kavram olarak bir azınlık çıkarları diktatörlüğüne işaret eder (azınlıktan kastımız sayısal azınlıktır. Erkekliğin[7], köle sahiplerinin, aristokratların, burjuvaların, bürokratların diktatörlüğü vb.). Ancak devletli toplum tanımının burada kritik önemi devrimin yapıldığı ülkelerde de partiyle bütünleşmiş devletin, “kapitalist yolcuların” merkez üssü olmasıdır. Bu bakımdan devletli toplum tanımının her toplumsal formasyon açısından özgün sınırları olacağını tanımak, her üretim tarzında yüklendiği işlevin farklılıklarını görmek önemlidir. Devletli toplum tanımıyla dikkat çekilen bu sorun karşısına da devletli topluma karşı mücadeleci bir demokratik toplum koyar (Bu demokratik toplumun iç hegemonya tartışmasını şimdilik bir kenara koyuyoruz, önemsiz olduğundan değil hayli önemli olduğundan.). Fakat bu mücadelecilik hayli geniş anlamlıdır ve çok farklı formlara bürünebilir. Eleştiri, ikna mekanizmalarından tutalım da şiddetli çarpışmalara kadar farklı yolları izleyebilecektir.

Devletli Toplum-Demokratik Toplum ilişkilerinin en sarih kavranabileceği yer[8] yine devletin ezilen sınıflarca ele geçirilmiş olduğu aşamadır. Çünkü bu halde devlet, teorik olarak, demokratik toplum olarak anılan kesimler lehine devamlı sınırlandırılmak istenmektedir. Ancak demokratik toplum kavramının açıklığa kavuşturulması gereklidir. Bu fikir, demokrasinin, kitlesel demokrasi olarak, devletin demokrasisinin (yukarıda anılan demokrasi kavramıyla işaret edilen demokrasinin) karşıtı olarak kurulmasından yola çıkılmasıyla anlaşılabilir bir fikirdir, devletle demokrasiyi radikal bir biçimde birbirinden ayrıştırmayı gerektirir. Bu teorik ayrıştırmanın, yaratacağı kuramsal maraza işaret etmeliyiz; çünkü devlete karşı demokrasiyi son kertede komünal kolektiviteye gönderecek biçimde kurgulamazsak, devletli demokrasinin sınırlarını aşmanın mümkün olmayacağını görmek gereklidir. Zira devlette merkezileşmiş bir demokrasi güvencesinin icrası, giderek politik olandan teknik olana dönüşme riski taşır. Bu sebeple kitlesel demokrasinin komünal olana içkinleştirilmesi, halk içindeki çelişkilerin kolektivite içinde çözümlenmesi yoluyla politik olanı devlet tekniğinden kurtarmanın olanağı düşünülebilir. Geçiş süreci boyunca çelişen genel çıkarların uygulanabilmesi, reddiyeci kesim üzerinde uygulanacak ya da uygulanması tehdidi olacak bir kamu gücü gerektirmektedir. Burada tikel çıkarlar çatışmasından değil, genel olarak toplumsallığın henüz sınıflı olduğu aşamaya işaret eder bir biçimde, genel sınıfsal çıkardan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Egemenlerin ya da devrik egemenlerin ilişkilerinin tasfiyesi de muzaffer ezilenlerin -geçmişe göre hedefi dar da olsa- bir kamu gücü kullanmasını gerektirecektir.

Daha yakından bakıldığında devrim sonrası sınıf çelişkisinin bağrında da sermaye ilişkisinin yattığı görülecektir. Üretim araçları üzerindeki hukuki mülkiyetin lağvedilmesi otomatik olarak bu ilişkiyi ortadan kaldırmaz. “Bir kimse, toplumsal servet üzerinde nesnel olarak denetim sağlayarak ‘şeflik’ yapabildiği müddetçe, üretim araçlarının hukuki mülkiyetine sahip olmasa bile, değişen derecelerde, sermayenin esas sahibi olabilir.” (Engst, Mao Döneminde Çin’de Sınıf Mücadelesi, 2020: 87). Buradan yola çıkarak özcü kavrayışlar karşısında tanımların yapısal nesnelliklere işaret ettiğinin üzerinde ısrarla durulmalıdır. Örneğin, burjuvazinin fiziki yenilgisiyle onun sermaye ilişkisi olarak yenilgisi arasındaki ayrımı doğru olarak ortaya koyamazsak, devletin burjuva unsurlar yaratarak var olmayı sürdürmesini anlamakta güçlük çekeriz. Devlette yaşanan güç birikmesi ve sınıfların yeni mevzilenmesi, mücadelenin yeni bir formda kendini sürdürmesi anlamına gelir. En nihayetinde sınıfların ortadan kaldırılması hedefi, mülkiyetin hukuki biçiminin kaldırılmasıyla gerçekleşmez; sermaye ilişkisinin ve ondan türeyen egemenlik-iktidar ilişkilerinin ortadan kaldırılması gereklidir. Bu ise devletin giderek toplumsal hayat içerisindeki varlığını sınırlandırmak ve bu anlamda komünist devletsizliğin adımlarını atmak olarak anlaşılmalıdır.

Peki, nasıl oluyor da “proletarya diktatörlüğü” olan devlet biçimleri bir avuç “revizyonist” ve “kapitalist yolcunun” gücü ele geçirmesiyle hızla zıddına dönüşüyor? Genellikle yapılan açıklamaların bir darbe ya da revizyonist yöneticilerin manipülasyon yoluyla devrim yapmış kitleleri arkalarına takması çevresinde dolaştığını görüyoruz. Bu noktada ÇHC deneyimini ve BPKD’yi dışarıda tuttuğumuzu, BPKD’nin de sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak kavranmasının ileri bir adım olduğunu teslim ettiğimizi belirtmemiz gerekli. Zira BPKD kitlesel demokrasiyle, devlet konfigürasyonundaki demokrasinin de çarpıştığı bir düzleme işaret eder. Diğer taraftan gördüğümüz şey “revizyonistlerin” devlet aygıtındaki konumlarıdır. Devletli Toplum eleştirisinin katkısı bunun kişilerden değil de aygıtlardan kaynaklı bir sorun olduğuna işaret etmesidir ve bu yeni toplumda sınıf mücadelesinin de bir uğrağıdır. Özcü olmamak kaydıyla devlete ilişkin çözümlemeler için Paşukanis’in hukuk çözümlemesinden mülhem adımlar atmanın bu eleştirilerle çelişmeyeceğini görmek mümkündür. Proletaryanın nasıl hukuku olamıyorsa, burjuva hukukun biçimsel formlarının belirli red ve revizyonlara tabi tutulması yoluyla hukukun sönümlenmesine dönük mücadelenin bir parçası olarak algılanıyorsa; devlet aygıtı için de bu yorumu yapabiliriz. Zira proletarya diktatörlüğünden, modern devletin işlevlerini sürdürmek değil, onun sönümlenmesi için onun üzerinde de uygulanması gereken diktatörlüğü anlamak daha sağlıklı bir çözümleme olanağı sağlamaktadır.

Devlet, modern devlet formuyla kazandığı güçlü işlevini, sınıfların ortadan kalkması yönünde işletme görevi olarak yerine getiremez. Bu sebeple Marx ve Engels devlet aygıtının ele geçirilmesi değil parçalanmasını ve yerine yeni tipte bir aygıtın konmasını önermiştir. Bu yeni tipte aygıt yine devletin bazı işlevlerini üstlenirken, toplumun düzenlenmesi fonksiyonlarından giderek arındırılması gereken bir aygıttır, sönümlenmek üzere örgütlenmiş bir aygıt. Ancak bu, bahsi geçen aygıtta yoğunlaşmış kadroların inisiyatifinde gelişecek bir süreç olarak düşünülemez. Bu sebeple bu yeni tipte aygıt, özyönetim aygıtlarıyla kuşatılmalı ve üretim ilişkilerinin dönüşümü sürecini, merkezi siyasal aygıttan devralma mücadelesi olarak sürdürmelidir. Doğal olarak proletarya diktatörlüğünde de sınıf mücadelesi çok yönlü biçimlerde sürer. Bu mücadele burjuvaziye karşı olduğu kadar, burjuva toplumdan komünizme geçiş için, bütün doğum lekelerine karşı mücadele şeklini alır.



[1] “Sadece bir eksik kalmıştı: (…); başlangıç aşamasındaki bir olgu olan toplumun sınıflara bölünmesini ebedîleştirmekle kalmayan, aynı zamanda mülk sahibi sınıfın mülk sahibi olmayanları sömürme hakkını ve bu sınıfın onlar üzerindekini egemenliğini ebedîleştiren bir kurum. Ve bu kurum geldi. Devlet icat edildi. (vya)” (Engels, 2019: 135).

[2] Devletle ilgili kuramsal soruları ve betimleyici anlatımı açıklamak tartışmanın kendisi için anlamlıdır ve bu sebeple şematik de olsa ortaya konması zorunludur. Ama bir kere bunu ekledikten sonra şunu da belirtmek gerekir; bütün tarihi kat eden genel bir devlet teorisi yoktur. Bu önemli bir kuramsal ayrıma işaret etmektedir; devlet denen siyasal uzam her üretim tarzı için farklı şekillerde vardır. Modern devletin, kendisinden önceki devletten izler taşımadığı anlamında değil, onun teorik olarak tek net devlet biçimi olması anlamındadır. “Sömürü ilişkisi, “bağımsız” ve “eşit” meta sahibi iki taraf arasındaki bir ilişki, işçinin emek gücünü sattığı ve kapitalistin de bunu satın aldığı bir ilişki şeklinde gerçekleştiği oranda sınıfın siyasal iktidarı, kamusal iktidar biçimini kazanır.” (Paşukanis, 2002: 145).

[3] “Marksizm-Leninizm diktatörlük dediğinde hâkim sınıfsal çıkarla bütünleşmiş mutlak bir devlet iktidarını kasteder.”  (Yelkenci, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi, 2013: 86-87)

[4]Yani devletin kadınlara yönelik baskı ve şiddet politikalarını sadece sınıflar mücadelesinin şekillendirdiği devlet biçiminin bir sonucu/türevi olarak okumak hale geçerli bir analiz biçimi mi tartışılabilir. Çünkü AKP sonrasında da bu boyutta olmasa da patriyarkanın devlet eliyle feminist mücadelenin kazanımlarına yönelik saldırıları sürecektir. Bu anlamıyla patriyarkal otoriterizm en doğru kavramlaştırma olmayabilir ama patriyarkanın kendini örgütlemesinin ve korumasının bir zemini/kurumu olarak devlet başlığının feminist mücadelenin analiz ve siyaset üretme alanlarından biri haline gelmesi gerekiyor” Osmanağaloğlu, H. (2020, Ekim 31). “Erkek Devlet” Biçimi: Patriarkal Otoriterizm?”, Yeni Yaşam Kadın Eki Web Sitesi; https://yeniyasamgazetesi2.com/kadineki/detay/erkek-devlet-bicimi-patriyarkal-otoriterizm/

[5] Devletsiz toplumun kuramlaştırılması için kadın özgürlüğünün ön şart olarak görülmesi boşuna değildir. Abdullah Öcalan’ın kadın özgürlüğüne dair çözümlemeleriyle demokratik topluma ilişkin çözümlemelerinin koşut ilerlemesi önemli bir işaret bu konuya dair.

[6] Maalesef Türkiye Solu içerisinde de hakim ve dar bir anlayış olarak yer edinen “proletaryanın tek tip devleti” fikrinin karşısına Lenin’i koymak iyi olacak; “Kapitalizmden komünizme geçiş hiç kuşkusuz ortaya muazzam bir çokluk ve çeşitlilikte siyasal biçim çıkarmak zorunda olacak, ama öz ister istemez aynı kalacak: proletarya diktatörlüğü. (Lenin, Devlet ve Devrim, 2015: 52).

[7] Özellikle erkekliğin diyerek azınlığın içine kattık çünkü; erkeklik genel bağlamda bir çoğunluk-azınlık karşılaştırması içerisinden ele alınamaz. Ama bir toplumsal güç olarak erkeklik, başkaca erkekler üzerinde de hegemonik bir konuma sahip eril azınlığın gücüdür. Ancak hemen eklenmeli ki; bu diğer erkeklerin erilliğini bilinçsiz bir “eril faillik”e indirmez. Dağınık iktidarların bilinçli/bilinçsiz icracısı olmak kimseyi bu konuda sistemin mağduru kılmaz.

[8] Burada Devletli Toplum-Demokratik Toplum ilişkisine dair açıklamamız konu bağlamında dar kalmaktadır. Çünkü bahsi geçen ilişki aslında salt anlamıyla bir dışarılık taşımamaktadır. Tarihin belirli anlarında mekânsal dışarılık taşısa da, iç içe geçtiği dönemlerin var olduğunu, burjuva toplumsallığında genellikle de iç içe geçtiğini teslim etmeliyiz. Bu görece karmaşık kavramsallaştırmanın sarih bir açıklaması yazıyı hayli aşacağı için şimdilik dar açıklamadan hareket edilmektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü