Kürdistan özelinde Türkiye'nin paramilitarizm tarihi - IV
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
AKP Dönemi, Paramilitarizmin Dönüşümü Ve
Toplumun Paramiliterleşmesi
AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte
Türkiye’deki süreç nasıl değişti? SADAT gibi paramiliter yapılar hangi amaçla
kuruldu?
Erdoğan, iktidara geldiği 2002’den 2010’a kadar AB üyelik sürecini devam
ettirdi. Bu dönem Türkiye’nin kendi başına aldığı “demokratikleşme” süreci
değil, tamamen AB üyeliği ile ilgili bir süreçti. Mesele AB’ye bir şekilde
girebilmekti. Türkiye’nin (Barış Süreci dahil) hiçbir süreçte ciddi anlamda
Kürtlerle eşitlikçi bir temelde barışalım diye samimi bir siyaseti ve ajandası olmadığını
düşünüyorum.
AKP hükümeti 2010 yılına kadar bu paramiliter grupları kullanmadı ama Erdoğan’a
yakın emekli askerler eliyle SADAT denilen paramiliter grup 2012 yılında askeri
danışmanlık şirketi adıyla kuruldu. Aynı dönem “Barış Süreci”nin de başladığı
yıllardı. Ayrıca tam da bu dönemde Ortadoğu’da dengeler çok ciddi şekilde
değişiyordu. 2011’de Suriye’de iç savaş başlamıştı.
Ahmet Davutoğlu’nun yayılmacılığı esas alan, “Yeni Osmanlıcılık” olarak
bilinen, ve aslında İttihat Terakki’nin hayalci, Turancı fikriyatını
güncelleyen “Stratejik Derinlik” olarak adlandırdığı bir planı vardı. Bu plan
uygulanmaya başlandı. Türk Devleti Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaşı bu
stratejiyi hayata geçirmek için bir fırsat olarak gördü.
Bu gelişmelerin dışında devletin kendi içerisinde de, iç çatışmalar
yaşanıyordu. 2008’den 2013’lere kadar
AKP ile Gülen Cemaati, orduda ifadesini bulan ve derin devlet olarak bilinen
ittihatçı ekibe karşı Ergenekon, Balyoz gibi davaların açılmasını sağladılar.
2012 – 2013 süresinde ise bu sefer iktidardaki iki klik, AKP ve Gülen Cemaati
arasında çatışmalar yaşandı. Sanırım Erdoğan ve Gülen cemaati bu dönemde kurdukları
ortaklıktan ciddi anlamda zarar göreceklerini fark ettiler. Ve ikisi arasında
çatışmalar başladı.
Bürokrasiyi eline geçirmiş Gülen Cemaati ile ilişkisini kopardığı andan
sonra yani 2015’e gelindiğinde polis teşkilatında çok ciddi tasfiyeler
başlatıldı. AKP’ye yakın kişiler polis teşkilatında kilit noktalara yerleştirmeye
başlandı. Diğer taraftan Erdoğan/AKP, geçmişte Gülencilerle birlikte tasfiye
etmeye çalıştıkları Ergenekon olarak adlandırılan ekiple 2014 - 2015 yıllarında
yeni bir ittifak kurdu. 2012’den 2015’e, Barış Süreci'nin olduğu yıllar çok
ilginçtir ki bu yeni ittifakın oluşumu ve konsolide edildiği yıllar oldu. Yeni
ittifaklar için zemin hazırlandı. Daha açık bir ifadeyle Erdoğan ve ekibi iktidarını
süreklileştirmek ve korumak için gerekli zamanı barış süreciyle kazandılar, ya
da barış sürecini bu minvalde kullandılar denilebilir. Sallantıda olan iktidarın
devamını sağlayacak olan siyaset, yerelde ve uluslararası alanda fazlasıyla
meşru olarak görülen Kürtlerle bir Barış Süreci başlatmaktı. Barış Süreci en
meşru ve birçok kesimden destek gören bir gelişmeydi. Bundan dolayı barış
süreci iktidarın sürekliliğini sağlamak, gücünü ve yeni ittifaklarını konsolide
etmek için bir araç olarak kullandığı söylenebilir.
Erdoğan‘ın taktiksel olarak yaklaştığını
hangi gelişmelere bakarak ifade ediyorsunuz?
Aslında taktik olduğu, Erdoğan tarafından ifade edilen ve Kürt
meselesine bakışını özetleyen, “düşünmezsen Kürt
sorunu yoktur”, “Kadın da olsa,
çocuk da olsa gereken yapılacaktır” vb açıklamalardan ve barış masasını
devirmesinden anlayabiliyoruz. Ayrıca Barış Süreçleri toplumsal baskıyla
başlayan süreçlerdir. Kürtler ve Türkler açısından da, PKK ile Türk Devleti
açısından da bu geçerlidir. Karşılıklı toplumsal baskı, bir şekilde barış
masasını kurdurur. Ama bunun devam ettirilmesi veya ettirilmemesi siyasi bir
irade gerektirir.
Erdoğan’ın ileriki süreçte devletin tüm
kurumlarıyla Kürtlere yönelik bir savaş kararı aldığını mı söylüyorsunuz? Zira
2014’de Türkiye tarihinin en uzun süren MGK toplantısını biliyoruz.
Erdoğan 2015’e gelindiğinde barış masasını devirerek Çöktürme Planı’nı
devreye koydu. Basına yansıdığı kadarıyla devletin Barış Süreci’ni sona
erdireceği, 2014 yılındaki MGK
toplantısında ortaya çıkmıştı. Basına göre, ki o dönem Mısır televizyonu
ilk olarak açıklamıştı diye hatırlıyorum, Çöktürme Planı ile barış süreci
bitirilecekti. Ki bahsedilen metin yapılacaklar konusunda oldukça nettir. Bu
metni Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1933 - 1934 yıllarında hazırladığı Dersim
Raporu’na çok benzetiyorum. 1937 - 1938’de Dersim’de yapılacak soykırımın her
aşaması, üç-dört yıl önce hazırlanan bu raporda belirtilmişti. Kürdistan’da
kentlerin yerle bir edilmesi de barış süreci devam ederken yapılan MGK
toplantısından çıkan bahsedilen çöktürme planı ile hazırlanmıştı. Basına
yansıyan ve çokça tartışılan bu metin üzerinden bunu söylüyorum. Çünkü 2014 MGK
toplantısına ve kararlarına ait elimizde başka metin yok.
Barış sürecinin sonlandırılmasının ardından Kürdistan’da birçok kent
yerle bir edildi. Binlerce insan yaşamını yitirdi. Yüzbinlerce insan zorunlu
göçe tabi tutuldu. Neo-liberal siyasetle birlikte insanlar borçlandırılarak
yıkılan yerler toplu konutlar şeklinde yeniden inşa edildi. Amaç siyasi
çöktürmenin yanında yeni bir ekonomik rant da oluşturmaktı.
Kürdistan kentlerinin yerle bir edildiği,
binlerce insanın katledildiği 2015’te devlet hangi paramiliter yapıları
kullandı?
JÖH, PÖH, Esedullah Timleri gibi farklı paramiliter gruplar bu kentlerde
kullanıldı.
90'lı yıllarla 2015 arasında stratejik
farklar var mı?
Devlet 90’larda inkar ve gizleme üzerine bir strateji kurmuştu. Savaşa
katılıp “Kürdistan Sendromu” denilen savaşın psikolojik tahribatlarını yaşayan
askerler dışında, Kürdistan’daki savaş insanlar tarafından yeterince
bilinmiyordu.
Ama 2015’de devlet tarafından kurulan çeşitli paramiliter gruplarla,
Kürdistan’da yapılan yıkım çok aleniydi. Mesaj ve katliam çok netti. Gelecekte
uluslararası arenada insanlığa karşı suç olarak tanımlanabilecek bir çok eylem,
insanlığın, dünyanın tanıklığında adeta canlı yayında gerçekleştirildi.
İki süreç arasında, devlet siyasetinin çok belirleyici olduğunu
görüyoruz. 2015 süreci devletin eski elitlerinin (Ergenekon gibi) Erdoğan ile
yaptığı ittifak sonucunda gerçekleşmiştir. Enver Paşa ve Talat Paşa gibi
düşünen bir ekip oluştu. “Yeni alanlar işgal ederek coğrafyamızı genişletiriz.
Biz büyük bir ülkeyiz. İslam aleminin öncüsüyüz” vb diyerek oluşturdukları bu
yayılmacı siyaseti ve şiddet sarmalını devreye soktular.
2015 yılına gelindiğinde Türk Devleti neden
strateji değişikliğine gitti?
Hem Türk devletinin bu aleniliğe elverişli geleneksel siyaseti hem de
uluslararası koşullar gibi bir çok temel iç ve dış sebepler söz konusu.
Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada gerçekleşen göç
hareketleriyle sınırlar anlamsızlaştı. Sykes Picot Antlaşması’yla çizilen yapay
sınırların ciddi anlamda tartışıldığı bir dönemdi.
Türkiye 90’lara oranla askeri kapasitesini ciddi anlamda geliştirmişti.
Sınırların tartışıldığı böyle bir dönemde Türkiye, temelinde Kürdistan
korkusunun tetiklediği bir siyasetle sınırlarını genişletme kararı aldı. Büyük
olasılıkla devlet elitleri “sınırlarımı genişletemezsem, küçülecektir” diye
düşünmüşlerdir. Kanımca devleti yöneten elitin zihnindeki en kilit nokta bu
korku siyasetiydi.
Yani devlet elitleri ülke içindeki sorunları çözmeden, yüzleşmeden
sadece sınırlara ve devletin kutsallığına indirgenen bir ertelemeci siyaset
tarzını benimsedi. Aynı zamanda sınır genişletmeyle, kendilerince “terörizm”
olarak nitelendirdikleri tehdidi sınır dışında da tutmayı amaçladılar. Ayrıca benimsenen
siyasetin bu kadar aleni ve açık gerçekleştirilmesinin temelinde, uluslararası
hiç bir yaptırımdan korkmamaları da yatıyor.
Araştırmalarınızda 90’lı yıllarda bu
aleniliğe denk geldiniz mi?
Devlet JİTEM’i inkar ediyor ama 90’ları 2015 ile karşılaştırdığımızda
faillerin aleniliği açısından diğer bir benzerlik Cizre’de görülüyor. 90’lar
Cizre’sinde herkes failleri biliyordu. 90’lara dair Cizre’de görüştüğüm bir çok
kişi JİTEM’in 8-10 kişiden oluşan bir timi olduğunu söylemişlerdi. Cizre JİTEM davasında da geçen isimler bu timin üyeleri, Cemal Temizöz, Kemal Atak ve
kardeşleri, bir kaç uzman çavuş, astsubay, özel tim ile birkaç itirafçıdan
oluşuyor. Görüştüğüm herkes paramiliter grubu biliyordu. Fakat kadim cezasızlık
siyaseti burada da devreye girdi ve bu davada yargılananların çoğu tahliye
oldular, beraat ettiler.
Görüşmecilere göre birisi gözaltına alındığında nereye götürüleceği,
nerede tutulacağı veya gözaltına alındıktan veya kaybedildikten sonra nereye
gömüleceği Cizre halkı tarafında biliniyordu. Silopi yolu üzerindeki BOTAŞ
kuyuları, Cizre’nin hemen üstünde Hizbullah kontrolündeki köy gibi kırsal
yerlerdi buralar. Kaybedilen ve katledilen insanların cesetleri buralara
götürülüp, gömülüyordu. Elbette 90’lı yıllarda devlet Cizre’deki devlet şiddetini
de inkar ediyordu. 2015 ile
kıyasladığımızda 90’larda devletin paramiliter siyaseti daha örtüktü. Cizre’nin,
oradaki faillerin istisnai hali, her şeyin halk nezdinde aleni olmasıydı.
90’larda da buradaki paramiliter gruplar aleniydi, 2015’te de. Alenilik aynı
zamanda yerellerdeki aktörlerin insiyatifleri, ideolojik arka planları,
devletin paramiliter gruplara tanıdığı suç işleme alanıyla da ilgiliydi.
AKP içerisindeki Kürt vekillerin tasfiyesini
nasıl okumak gerek?
Bu, devletin genel Kürt siyasetine bakışıdır. Çünkü planın kendisi
2010’lara dayanıyor. Dengir Mir Mehmet Fırat kendisiyle yapılan bir röportajda
AKP’den ayrılma sebebini Erdoğan’ın Kürt siyasetine bağlamıştı ve tam olmasada
şöyle bir ifade kullanmıştı: “2015’e kadar Erdoğan partisinde etkin hiçbir
Kürt'ü bırakmak istemiyor.”
AKP’nin kurucularından biri olan
Dengir Mir Mehmet Fırat dahil 2015’e gelindiğinde, gerçekten de AKP içerisinde
etkin tek bir Kürt vekil ya da siyasetçi bırakılmamıştı. Vitrinlik rolde veya
siyasi iltica içinde olanlar hariç. Siyasi ilticadan kastım ideolojik olarak
saf değiştirenler, dönenler, çokça bilinen şekliyle itirafçılara benzer bir
anlamdadır. Onlar çoğu zaman milliyetçi ve İslamcı partilerde yer buldular. Muhtemelen
devleti yöneten ekipler içerisinde Kürtlerin siyaset başta olmak üzere birçok
alandan tasfiyesine dönük bir karar alındığı anlaşılıyor.
Katliamlar, yıkımlar ve zorla göç... Bunlar
için uluslararası bir ittifak gerekmiyor mu? İktidar genel dünya siyasetinden
yararlandı diyebilir miyiz?
İttifak gerekiyor ama ittifak olmadan da bu devreye konulabilir. İttifak
yapılmasa dahi görmezden gelinmesi bile yeterli oluyor. Efrîn, Serêkanîyê, Girê Spî işgalleri döneminde ABD’de Erdoğan gibi düşünen Trump iktidardaydı. 2015 ve
sonrası sağcı, popülist liderlerin ve partilerin dünyayı domine ettiği bir
dönemdi. 2015-16’daki katliamlar yapıldığında uluslararası koşullar da buna
uygundu.
Türkiye uluslararası siyasette yönünü değiştirdi. NATO üyesi olan
Türkiye batı siyasetinin dışına çıkıp, yeni bir siyasi hat oluşturmaya çalıştı.
Batı, bu süreçte her zamanki tavrıyla sadece “kaygı” duydu. Hatta arka planda
silah ve teknik desteğini sürdürdü.
Ayrıca çok ciddi bir şekilde Avrupa göçmenlerle ‘uğraştırıldı’ ve göçmen
akınıyla ciddi anlamda sıkıştırıldı. Avrupa’nın tüm bu dönüşümler ve
katliamlara karşı ses çıkarmaması için, Türkiye göçmen akınını bir tehdit aracı
olarak kullandı. Dolayısıyla Avrupa’nın ya da genel olarak Batı dünyası Türkiye’ye
pek karşı çıkabilecek durumda değildi.
Organize suç örgütü
liderliğinden hüküm giyen Alaattin Çakıcı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar,
emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Albay Korkut Eken’in birlikte çekilmiş
fotoğrafı medyaya yansıdı? Bu fotoğraftaki mesaj neydi?
Fotoğrafı gördüğümde doğrudan 91
– 96 ve 75 – 80 dönemleri aklıma geldi.
Bu üç dönem, 2015 sonrasını da hesaba katarak, devletin kurumsal olarak
yani idari, askeri ve siyasi bir bütün
olarak paramiliterleştiği dönemlerdir. Bu dönemlerde devlet içerisinde kimi
gizli ağlara sahip, aleni ama resmi olmayan çeşitli kişi ve gruplar; mafyayla,
ekonomik çevrelerle, siyasetle, devlet içerisindeki askeri ve idari
bürokrasiyle oldukça derin bağlantılar kurdular. Normalde devlet elitleri
çeşitli dönemlerde bu ağları belli bir strateji çerçevesinde kullanıyor. Ama iç
çatışmaların çok yoğun olduğu yukarıda bahsedilen üç farklı dönemde ise bu kişi
ve gruplar devletin imkanlarını, kurumlarını, ilişkiler ağını ve en açık
ifadeyle devletin kontrolündeki şiddet araçlarını kullanarak, devlet
yönetiminde belirleyici olacak pozisyona geliyorlar. Buna devletin
paramiliterleşmesi denilebilir. Bahsettiğim üç dönemde de yaşananlar benzerdir.
Alaattin Çakıcı için meclisten af çıkarıldı. Devlet Bahçeli’nin açıklamasından
sonra yasanın çıkacağı belliydi. Siyaseten karmaşanın olduğu, ilişkilerin iç
içe geçtiği böyle dönemlerde yasalar değil, devlet içerisindeki farklı klikler
etkindir. Siyasal ve dini cemaatlerin etkin olduğu böylesine dönemlerde
karanlık ilişki ağlarına sahip güçler çok daha görünür ya da etkili hale
geliyorlar. Böylesi karanlık ve kriz anlarında devletin sıradan siyasetçisi ve
bürokratı nasıl hareket edeceğini bilemeyebilir. Ama fotoğraftaki dört kişi
böylesi süreçleri çok daha iyi bilebilir, yönetebilirler. Çünkü böylesi
dönemler için eğitim almışlardır.
90’lar dendiğinde Abdullah Çatlı ile olan ilişkileriyle, zorla
kaçırılmalar ve kaybetmelerdeki rolüyle Mehmet Ağar akla gelir. Dönemin
İçişleri bakanı, emniyet genel müdürü, istihbaratı içerisinde çok etkindir.
Tansu Çiller’in en güvendiği isimlerden ve devleti asıl yöneten kişilerden
birisidir. Fotoğraf 90’lara ilişkin bir mesajdı. “Siz 90’lara geri mi dönüyoruz
diyorsunuz! Ama biz çoktan döndük, hatta ötesine geçiyoruz” mesajıydı. 2014 –
2015’de devlet zaten 90’lara dönmüştü. 90’ları aşan bir noktaya gelindi. Artık
yargı da tamamen bu ekibin ellerinde. Fotoğraf buna göndermeydi diye
düşünüyorum.
Hamid Bozarslan devletin paramiliterleşmesi için, “birincisi devletin rasyonalitesini yitirmesi
ikincisi de toplumun çöküşü bu paramiliterleşmeyi doğuran etkenler” diyor. Aslında
tüm bu dönüşümler iç içe geçen süreçlerdir. Böylesine dönemlerde bürokrasi,
siyaset, hukuk işini yapamıyor. Aslında devreler demek belki daha uygun, çünkü
devre belli zaman aralıkları sonrası mekanizmanın aynı noktaya dönmesi
anlamındadır, dolayısıyla bu kısır döngü iradi olarak kırılmadıkça sürekli
birbirini tekrar edecektir. Türkiye’nin yüz yıllık tarihi de bu devrelerin bir
tarihidir. Ve bu kısır döngünün meşruiyetini sağlayan, devletin bu siyasetini
benimseyen Türk toplumdur. Devleti yönetmesi gereken seçilmiş kişiler işini
yapamıyorsa, çökmüş bir toplum bunu denetleyemiyorsa, derin devlet ekibi aleni
bir şekilde çıkıp bu fotoğrafı çektirecek ve böylesi bir süreçte “devleti biz
yönetiyoruz” mesajını verebilecektir.
2015 sonrasında polis sayısında ciddi bir artış
ve sonrasında bekçilik adı altında yeni güvenlik ve asayiş birimleri
oluşturuldu. Bu gelişmelerin devlet içi çatışma olarak yorumlamak doğru mu? Bunun
dışında paramiliter grupların oluşturulması devam ediyor mu?
Polis sayısının arttırılması ve bekçilik kurumunun oluşturulması devlet
içerisinde kimi kliklerin birbirlerine güvenmemesi, kendi paramiliter
gruplarını oluşturması anlamına geliyor.
Diğer taraftan “Halk Özel Harekat” adında kurumlar kuruluyor. SADAT’ın
İç Anadolu başta olmak üzere çeşitli bölgelerde sivillere silahlı eğitimler
verdiğinden bahsediliyor. Rojava’daki savaşta yer alan ve daha sonra Libya’ya,
Karabağ’a götürülen bir milis grubun ya da grupların olduğunu biliyoruz. Gerek
bekçilik, gerek SADAT vb. oluşumlar devlet içindeki güç dengelerinin-dengesizliklerinin
sonuçlarıdır. AKP’nin ya da daha açık bir ifadeyle Erdoğan’ın eski devlet
elitine karşı kendi güvenlik mekanizmasını böylesi paramiliter gruplarla
oluşturmasıdır.
Rojava, Libya ve Karabağ’da kullanılan bu
gruplar paralı asker değil mi?
Paramilitarizmin tanımını yaparken genelde iç savaşlarda kullanılan
gruplar olarak tanımlamıştım. Paramilitarizm paralı askerlikten farklı bir şey.
Çünkü ideolojik anlamda da devletle kurduğu bir bağ vardır paramiliter
grupların. Paralı askerlik ise tamamen ekonomik motivasyona dayalıdır.
Türkiye 2015 sonrası Batı Avrupa’dan Libya’ya paramilitarizmi “export”
etmeye başladı. Son dönemlerde Hollanda
basınına bir istihbarat raporu yansıdı. Raporda Türkiye’nin Hollanda’daki
radikal islamcı grupları ciddi anlamda desteklediği yer almıştı.
Buna dair Avrupa’da da tartışmalar var. “Paramilitarizmin export
edilmesi” paramilitarizm literatüründe de yeni bir durum aslında, pek
tartışılmayan bir konu. Bununla farklı ülkelerde yaşayan ve kendi fikri
dünyalarını benimsemiş insanları
harekete geçirmeyi amaçlıyorlar. Bunu son yıllardaki Türk devletinin yayılmacı
siyasetinin bir parçası olarak okumak gerekiyor. Devlet sadece askeri olarak
değil, kültür ve de paramiliter gruplar üzerinden de diğer ülkelere etkisini yaymaya
çalışıyor.
90’lara nazaran toplumun giderek
paramilitarizmin parçası haline geldiği dillendiriliyor.
Bu doğru bir gözlem. Türkiye Cumhuriyeti ulus – devlet olarak
yapay-hayali sınırlarla oluşturulmuştur. “Türk Ulusu” dediğimiz, dünyada oluşturulmuş
en başarılı uluslardan biri. 1915’lerden itibaren çok fazla Türk olmayan
Müslüman nüfus göçlerle yeni devletin sınırları içine dahil edilerek Türkleştirilmiştir.
O yüzden çok eşitlikçi olmayan, korku üzerine kurulu bir ulus kimliği
oluşmuştur. Bu kimliğe dahil olduğunuzda kimi haklarınız oluyor. Ama o kimliğe
dahil olmuyorsanız, çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıyasınız demektir.
Oluşturulan bu “Türk Ulusu” eşitlik ve birlikte yaşama fikrinden oldukça uzaktır.
Tamamen bir etnik yapının tahakkümü üzerinden oluşturulmuş, eşitsizliği bir
ayrıcalık olarak benimsemiş toplumsal bir yapı söz konusudur. Geç Osmanlıdan
yani Türk ulus kimliğinin inşa edildiği ilk zamandan beri böyleydi. 70’lerde
de, 90’larda da bu böyleydi.
90’larda toplum sessizsizleştirilmiş ve siyasetsizleştirilmişti.
70’lerde haksızlığa karşı sesi çıkan kesim, paramiliter gruplarla
bastırılmıştı. 75 – 80 arasında 5 bin genç öldürüldü. 80’lerden sonraki savaş
sürecinde 40 binden fazla kişi (gerilla,
sivil Kürt ve Türk güvenlik gücü mensupları) hayatını kaybetti. Kürdistan’daki
savaş dünyada örneğine Latin Amerika, Afrika ve Doğu Asya’da karşılaştığımız
uzun süreli iç savaşlardan birisidir.
Ama 90’lı yıllarda toplumu savaştan bihaber bırakmak devlet siyasetiydi.
Basının durumu dahil koşullar bunun için uygundu. Ama günümüz buna imkan
vermiyor. Toplum ya karşıtın ya da destekçin oluyor. 90’larda
siyasetsizleştirilen ve sessizleştirilen toplum günümüzde çok ciddi anlamda
devlete destek veriyor. Özellikle 2015 sonrası devlet tümden paramiliterleşirken,
toplum da paramiliterleşti.
Paramilitarizm export edilmesinde toplumun
rolü var mı?
“Paramilitarizmin export edilmesi” sadece devletin siyaseti veya
stratejisiyle değil toplumsal yapıyla, daha açık bir ifadeyle toplumsal rızayla
da alakalıdır. Paramiliter siyaset toplumdan ciddi anlamda destek görüyor.
Sosyal medyadan da bunu görmek mümkün. Türkiye’de devlet yanlısı vekil,
gazeteci, siyasetçi gibi kişilerin sosyal medya paylaşımlarını takip etmek,
devletin temel karakterini anlamamızı kolaylaştırıyor. Bu paylaşımlarda
ırkçılığı, ölümü ve öldürmeyi kutsamak açık şekilde savunuluyor. İnsanlar TV
programlarına çıkıp çok rahat biçimde “2016 yılındaki darbe girişimi sırasında
fırsatım olsaydı 50 komşumu öldürürdüm” diyebiliyorlar. Toplumun paramiliterleşmesi tam da budur.
Türkiye’deki en büyük sorunlardan birisi toplumun çoğunluğunun devletle benzer
hatta aynı zihniyete sahip olmasıdır. Daha da ötesi, birçok konuda toplum
devletten daha geri bir yerde. Devlet kurumları bazı konularda uluslararası ilişkiler
ve yaptırımların getirdiği kimi çekinceler nedeniyle toplumundan daha
“demokratik” olabiliyor. Dolayısıyla devletin yayılmacı siyaseti ve
paramiliterlerin rolü, bu zihniyetteki bir toplum tarafından ciddi anlamda
destekleniyor.
Yüzyıllık tarih, onlarca katliam... Katliamlardaki
sürekliliğin nedeni nedir? Devlet güçlerinin işlediği onca katliam ve insanlık
suçu ile neden yüzleşmiyor?
Katliamlardaki sürekliliğin nedenlerinden birisi bu suçun parçası olan
toplumun, paramiliter grup üyelerinin ve devlete bağlı silahlı grupların
cezasızlık siyasetiyle korunmasıdır. Öte
taraftan yüzyıl boyunca devletin silahlı birlikleri ya da devletle ilişkili
silahlı gruplar etnik, dini, sınıfsal birçok gruba yönelik ciddi katliamlar
yaptılar. Elbette devletin yüzleşmeyi istememesinin en büyük sebebi,
toplumundan aldığı cesarettir. Devlet kurduğu veya desteklediği bir çok
paramiliter grubu yönlendirebilir. Ama toplum işlenen onlarca katliamda, destekleyici
bir rol almış ve parçası olmuştur. Dolayısıyla devlet toplumu cezasızlıkla
cesaretlendiriyor, toplum da devlet ve paramiliter şiddeti destekliyor.
Bahsettiğim toplum biçimi devletin reformasyonunu, idari yapısını, hukuk
sistemini değiştirmeyi düşünmeyen, aksine buna süreklilik kazandıran bir
mekanizmadır.
Toplumsal yüzleşme birkaç sivil toplum kuruluşu ve toplumun küçük bir
kesiminin dert edip tartıştığı bir konu. Toplumun ciddi bir kesimi devletin ya
da CHP, MHP, İYİ Parti, AKP gibi devletli partilerin arkasında. Türkiye’de
Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt soykırımları, alevi pogromları gibi yüzleşilmesi,
hesaplaşılması ve adaletin sağlanması gereken birçok katliam var. Fakat buna
dair bir hukuki düzenleme, siyasal basiret, toplumsal vicdan maalesef hiç
oluşmadı.
Meclisteki partilerin tavrı bu konuda oldukça öğretici aslında. HDP
dışında tüm partiler devletin bekası denilen siyasi tutum tartışmalarında ortak
karar veriyor. Kurulan yeni partiler meclise girdiği anda, HDP dışındaki
partilerle aynı çizgide duruyorlar. Çünkü bu bir zihniyet meselesi. Bunun
dönüştürülüp, değiştirilmesi gerekiyor. Bu zihniyetin oluşturulması bir asır
sürdü. Yüzleşme ve hesaplaşmayla bir toplumsal onarımı gerçekleştirmek, adaleti
sağlamak kaç yıl alır bunu tahmin etmek çok zor.
Toplumsal barış ve bir arada yaşam için
“yüzleşmek” neden önemli?
Yüzleşmek devletin geçmişe dair sorumluluğunu kabul etmesi ve hukuk
çerçevesinde bunu çözmesi, tazmin etmesidir. Toplumun en küçük hücresinden,
toplumun en geniş gruplarına kadar geçmişte yapılanlarla ilgili kendi
sorumluluğunu görmesi, bireysel olarak kendisiyle hesaplaşmasıdır. “Ailem,
atalarım bu katliamların neresindeydi, ben neresindeyim” diye kendisiyle
hesaplaşma sürecidir. 1915 Ermeni Soykırımı’nda Türklerin ve Kürtlerin yani
Müslümanların ciddi bir rolü vardı. Evet Kürtler Osmanlı ordusundaydılar ama
bir seçim yapabilirlerdi. Trakya Pogromu’nu devletin belli grupları belki
yönlendirdi ya da hazırladı. Ama ağırlıklı olarak oradaki siviller pogromun
uygulayıcısı oldular. Yahudiler resmen Trakya’dan kovuldular. 1955 İstanbul Pogromu ve 1970’lerdeki Alevi
Pogromları da benzerdir. Yüzleşmek birçok insanın elde ettiği ekonomik
faydanın, elde ettiği mülkün de sorgulanması anlamına geliyor. Atalarının
biriktirdiği sermayenin kaynağının, başkasına ait el konulan mallar olduğuyla
da ilgili bir yüzleşme süreci gerekiyor.
Çözümü nerede görüyorsunuz peki?
Çözüm için bir yüzleşmenin gerçekleşmesi, bunun hukuksal güvenceye
alınması, bir daha yaşanmaması için eğitim sistemine dahil edilmesi yani
adaletin sağlanması gerekiyor. Bir katliam, pogrom, cinayet üzerinden hakkaniyetli örnek bir yüzleşme
süreci gerçekleşirse sanırım arkası gelir. Toplumsal barışı amaçlayan sivil
toplum kuruluşlarının, siyasetçilerin, akademisyenlerin ve bir çok gruptan
insanın bir olayı öne çıkarıp, onun üzerinden “yüzleşme” dediğimiz onarımı
gerçekleştirmeleri bir yol açabilir. Başka türlü bir birini destekleyen iç içe
geçmiş devlet ve toplumun sorunlu ve yekpare zihniyetinde bir çatlak oluşturmak
neredeyse imkansız.
Son
Üçüncü Bölüm
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder