Devlet-PKK çatışmasında Türk paramiliterleri - Ayhan Işık

  Ayhan Işık [i] Özet Bu makale, Türk devletinin paramiliter örgütlerinin zaman içindeki dönüşümüne ve bu örgütlerin muhaliflere, özellikle Kürtlere, karşı “kullanışlı” bir araç olarak nasıl kullanıldığına odaklanmaktadır. Paramiliter gruplar, yaklaşık kırk yıldır devam eden Türk devleti ve PKK arasındaki çatışmaların ana aktörlerinden biridir. Bu gruplar, 1980’den beri, özellikle savaşın yoğun olduğu zamanlarda bazen yardımcı kuvvet olarak, bazen de ölüm timlerine dönüşerek, PKK’yi desteklediği düşünülen Kürt sivillere karşı faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler ve yargısız infazlarda resmi ordu güçlerinin yanında  kullanılmışlardır. Yazıda, Türk devlet elitlerinin bu aparatı yalnızca iç siyasette değil, Orta Doğu’da ve Kafkasya’daki çatışmalarda kullandığını hatta devletin bu paramiliter geleneğini Batı Avrupa’ya kadar genişlettiğini tartışacağım. Paramiliter Örgütlerin Oluşumu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana yüz yıldan fazla bir zamandır, farklı Kürt siyasal hareke

Kürdistan özelinde Türkiye'nin paramilitarizm tarihi - IV


 

AKP Dönemi, Paramilitarizmin Dönüşümü Ve Toplumun Paramiliterleşmesi


AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’deki süreç nasıl değişti? SADAT gibi paramiliter yapılar hangi amaçla kuruldu?

Erdoğan, iktidara geldiği 2002’den 2010’a kadar AB üyelik sürecini devam ettirdi. Bu dönem Türkiye’nin kendi başına aldığı “demokratikleşme” süreci değil, tamamen AB üyeliği ile ilgili bir süreçti. Mesele AB’ye bir şekilde girebilmekti. Türkiye’nin (Barış Süreci dahil) hiçbir süreçte ciddi anlamda Kürtlerle eşitlikçi bir temelde barışalım diye samimi bir siyaseti ve ajandası olmadığını düşünüyorum.

AKP hükümeti 2010 yılına kadar bu paramiliter grupları kullanmadı ama Erdoğan’a yakın emekli askerler eliyle SADAT denilen paramiliter grup 2012 yılında askeri danışmanlık şirketi adıyla kuruldu. Aynı dönem “Barış Süreci”nin de başladığı yıllardı. Ayrıca tam da bu dönemde Ortadoğu’da dengeler çok ciddi şekilde değişiyordu. 2011’de Suriye’de iç savaş başlamıştı.

Ahmet Davutoğlu’nun yayılmacılığı esas alan, “Yeni Osmanlıcılık” olarak bilinen, ve aslında İttihat Terakki’nin hayalci, Turancı fikriyatını güncelleyen “Stratejik Derinlik” olarak adlandırdığı bir planı vardı. Bu plan uygulanmaya başlandı. Türk Devleti Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaşı bu stratejiyi hayata geçirmek için bir fırsat olarak gördü.

Bu gelişmelerin dışında devletin kendi içerisinde de, iç çatışmalar yaşanıyordu. 2008’den 2013’lere kadar AKP ile Gülen Cemaati, orduda ifadesini bulan ve derin devlet olarak bilinen ittihatçı ekibe karşı Ergenekon, Balyoz gibi davaların açılmasını sağladılar. 2012 – 2013 süresinde ise bu sefer iktidardaki iki klik, AKP ve Gülen Cemaati arasında çatışmalar yaşandı. Sanırım Erdoğan ve Gülen cemaati bu dönemde kurdukları ortaklıktan ciddi anlamda zarar göreceklerini fark ettiler. Ve ikisi arasında çatışmalar başladı.

Bürokrasiyi eline geçirmiş Gülen Cemaati ile ilişkisini kopardığı andan sonra yani 2015’e gelindiğinde polis teşkilatında çok ciddi tasfiyeler başlatıldı. AKP’ye yakın kişiler polis teşkilatında kilit noktalara yerleştirmeye başlandı. Diğer taraftan Erdoğan/AKP, geçmişte Gülencilerle birlikte tasfiye etmeye çalıştıkları Ergenekon olarak adlandırılan ekiple 2014 - 2015 yıllarında yeni bir ittifak kurdu. 2012’den 2015’e, Barış Süreci'nin olduğu yıllar çok ilginçtir ki bu yeni ittifakın oluşumu ve konsolide edildiği yıllar oldu. Yeni ittifaklar için zemin hazırlandı. Daha açık bir ifadeyle Erdoğan ve ekibi iktidarını süreklileştirmek ve korumak için gerekli zamanı barış süreciyle kazandılar, ya da barış sürecini bu minvalde kullandılar denilebilir. Sallantıda olan iktidarın devamını sağlayacak olan siyaset, yerelde ve uluslararası alanda fazlasıyla meşru olarak görülen Kürtlerle bir Barış Süreci başlatmaktı. Barış Süreci en meşru ve birçok kesimden destek gören bir gelişmeydi. Bundan dolayı barış süreci iktidarın sürekliliğini sağlamak, gücünü ve yeni ittifaklarını konsolide etmek için bir araç olarak kullandığı söylenebilir.

Erdoğan‘ın taktiksel olarak yaklaştığını hangi gelişmelere bakarak ifade ediyorsunuz?

Aslında taktik olduğu, Erdoğan tarafından ifade edilen ve Kürt meselesine bakışını özetleyen, “düşünmezsen Kürt sorunu yoktur”,  “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” vb açıklamalardan ve barış masasını devirmesinden anlayabiliyoruz. Ayrıca Barış Süreçleri toplumsal baskıyla başlayan süreçlerdir. Kürtler ve Türkler açısından da, PKK ile Türk Devleti açısından da bu geçerlidir. Karşılıklı toplumsal baskı, bir şekilde barış masasını kurdurur. Ama bunun devam ettirilmesi veya ettirilmemesi siyasi bir irade gerektirir.

Erdoğan’ın ileriki süreçte devletin tüm kurumlarıyla Kürtlere yönelik bir savaş kararı aldığını mı söylüyorsunuz? Zira 2014’de Türkiye tarihinin en uzun süren MGK toplantısını biliyoruz.

Erdoğan 2015’e gelindiğinde barış masasını devirerek Çöktürme Planı’nı devreye koydu. Basına yansıdığı kadarıyla devletin Barış Süreci’ni sona erdireceği, 2014 yılındaki MGK  toplantısında ortaya çıkmıştı. Basına göre, ki o dönem Mısır televizyonu ilk olarak açıklamıştı diye hatırlıyorum, Çöktürme Planı ile barış süreci bitirilecekti. Ki bahsedilen metin yapılacaklar konusunda oldukça nettir. Bu metni Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1933 - 1934 yıllarında hazırladığı Dersim Raporu’na çok benzetiyorum. 1937 - 1938’de Dersim’de yapılacak soykırımın her aşaması, üç-dört yıl önce hazırlanan bu raporda belirtilmişti. Kürdistan’da kentlerin yerle bir edilmesi de barış süreci devam ederken yapılan MGK toplantısından çıkan bahsedilen çöktürme planı ile hazırlanmıştı. Basına yansıyan ve çokça tartışılan bu metin üzerinden bunu söylüyorum. Çünkü 2014 MGK toplantısına ve kararlarına ait elimizde başka metin yok. 

Barış sürecinin sonlandırılmasının ardından Kürdistan’da birçok kent yerle bir edildi. Binlerce insan yaşamını yitirdi. Yüzbinlerce insan zorunlu göçe tabi tutuldu. Neo-liberal siyasetle birlikte insanlar borçlandırılarak yıkılan yerler toplu konutlar şeklinde yeniden inşa edildi. Amaç siyasi çöktürmenin yanında yeni bir ekonomik rant da oluşturmaktı.

Kürdistan kentlerinin yerle bir edildiği, binlerce insanın katledildiği 2015’te devlet hangi paramiliter yapıları kullandı?

JÖH, PÖH, Esedullah Timleri gibi farklı paramiliter gruplar bu kentlerde kullanıldı.

90'lı yıllarla 2015 arasında stratejik farklar var mı?

Devlet 90’larda inkar ve gizleme üzerine bir strateji kurmuştu. Savaşa katılıp “Kürdistan Sendromu” denilen savaşın psikolojik tahribatlarını yaşayan askerler dışında, Kürdistan’daki savaş insanlar tarafından yeterince bilinmiyordu.

Ama 2015’de devlet tarafından kurulan çeşitli paramiliter gruplarla, Kürdistan’da yapılan yıkım çok aleniydi. Mesaj ve katliam çok netti. Gelecekte uluslararası arenada insanlığa karşı suç olarak tanımlanabilecek bir çok eylem, insanlığın, dünyanın tanıklığında adeta canlı yayında gerçekleştirildi.

İki süreç arasında, devlet siyasetinin çok belirleyici olduğunu görüyoruz. 2015 süreci devletin eski elitlerinin (Ergenekon gibi) Erdoğan ile yaptığı ittifak sonucunda gerçekleşmiştir. Enver Paşa ve Talat Paşa gibi düşünen bir ekip oluştu. “Yeni alanlar işgal ederek coğrafyamızı genişletiriz. Biz büyük bir ülkeyiz. İslam aleminin öncüsüyüz” vb diyerek oluşturdukları bu yayılmacı siyaseti ve şiddet sarmalını devreye soktular.

2015 yılına gelindiğinde Türk Devleti neden strateji değişikliğine gitti?

Hem Türk devletinin bu aleniliğe elverişli geleneksel siyaseti hem de uluslararası koşullar gibi bir çok temel iç ve dış sebepler söz konusu. Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada gerçekleşen göç hareketleriyle sınırlar anlamsızlaştı. Sykes Picot Antlaşması’yla çizilen yapay sınırların ciddi anlamda tartışıldığı bir dönemdi.

Türkiye 90’lara oranla askeri kapasitesini ciddi anlamda geliştirmişti. Sınırların tartışıldığı böyle bir dönemde Türkiye, temelinde Kürdistan korkusunun tetiklediği bir siyasetle sınırlarını genişletme kararı aldı. Büyük olasılıkla devlet elitleri “sınırlarımı genişletemezsem, küçülecektir” diye düşünmüşlerdir. Kanımca devleti yöneten elitin zihnindeki en kilit nokta bu korku siyasetiydi.

Yani devlet elitleri ülke içindeki sorunları çözmeden, yüzleşmeden sadece sınırlara ve devletin kutsallığına indirgenen bir ertelemeci siyaset tarzını benimsedi. Aynı zamanda sınır genişletmeyle, kendilerince “terörizm” olarak nitelendirdikleri tehdidi sınır dışında da tutmayı amaçladılar. Ayrıca benimsenen siyasetin bu kadar aleni ve açık gerçekleştirilmesinin temelinde, uluslararası hiç bir yaptırımdan korkmamaları da yatıyor.

Araştırmalarınızda 90’lı yıllarda bu aleniliğe denk geldiniz mi?

Devlet JİTEM’i inkar ediyor ama 90’ları 2015 ile karşılaştırdığımızda faillerin aleniliği açısından diğer bir benzerlik Cizre’de görülüyor. 90’lar Cizre’sinde herkes failleri biliyordu. 90’lara dair Cizre’de görüştüğüm bir çok kişi JİTEM’in 8-10 kişiden oluşan bir timi olduğunu söylemişlerdi. Cizre JİTEM davasında da geçen isimler bu timin üyeleri, Cemal Temizöz, Kemal Atak ve kardeşleri, bir kaç uzman çavuş, astsubay, özel tim ile birkaç itirafçıdan oluşuyor. Görüştüğüm herkes paramiliter grubu biliyordu. Fakat kadim cezasızlık siyaseti burada da devreye girdi ve bu davada yargılananların çoğu tahliye oldular, beraat ettiler.

Görüşmecilere göre birisi gözaltına alındığında nereye götürüleceği, nerede tutulacağı veya gözaltına alındıktan veya kaybedildikten sonra nereye gömüleceği Cizre halkı tarafında biliniyordu. Silopi yolu üzerindeki BOTAŞ kuyuları, Cizre’nin hemen üstünde Hizbullah kontrolündeki köy gibi kırsal yerlerdi buralar. Kaybedilen ve katledilen insanların cesetleri buralara götürülüp, gömülüyordu. Elbette 90’lı yıllarda devlet Cizre’deki devlet şiddetini de inkar ediyordu.  2015 ile kıyasladığımızda 90’larda devletin paramiliter siyaseti daha örtüktü. Cizre’nin, oradaki faillerin istisnai hali, her şeyin halk nezdinde aleni olmasıydı. 90’larda da buradaki paramiliter gruplar aleniydi, 2015’te de. Alenilik aynı zamanda yerellerdeki aktörlerin insiyatifleri, ideolojik arka planları, devletin paramiliter gruplara tanıdığı suç işleme alanıyla da ilgiliydi.

AKP içerisindeki Kürt vekillerin tasfiyesini nasıl okumak gerek?

Bu, devletin genel Kürt siyasetine bakışıdır. Çünkü planın kendisi 2010’lara dayanıyor. Dengir Mir Mehmet Fırat kendisiyle yapılan bir röportajda AKP’den ayrılma sebebini Erdoğan’ın Kürt siyasetine bağlamıştı ve tam olmasada şöyle bir ifade kullanmıştı: “2015’e kadar Erdoğan partisinde etkin hiçbir Kürt'ü bırakmak istemiyor.”

AKP’nin kurucularından biri olan Dengir Mir Mehmet Fırat dahil 2015’e gelindiğinde, gerçekten de AKP içerisinde etkin tek bir Kürt vekil ya da siyasetçi bırakılmamıştı. Vitrinlik rolde veya siyasi iltica içinde olanlar hariç. Siyasi ilticadan kastım ideolojik olarak saf değiştirenler, dönenler, çokça bilinen şekliyle itirafçılara benzer bir anlamdadır. Onlar çoğu zaman milliyetçi ve İslamcı partilerde yer buldular. Muhtemelen devleti yöneten ekipler içerisinde Kürtlerin siyaset başta olmak üzere birçok alandan tasfiyesine dönük bir karar alındığı anlaşılıyor.

Katliamlar, yıkımlar ve zorla göç... Bunlar için uluslararası bir ittifak gerekmiyor mu? İktidar genel dünya siyasetinden yararlandı diyebilir miyiz?

İttifak gerekiyor ama ittifak olmadan da bu devreye konulabilir. İttifak yapılmasa dahi görmezden gelinmesi bile yeterli oluyor. Efrîn, Serêkanîyê, Girê Spî işgalleri döneminde ABD’de Erdoğan gibi düşünen Trump iktidardaydı. 2015 ve sonrası sağcı, popülist liderlerin ve partilerin dünyayı domine ettiği bir dönemdi. 2015-16’daki katliamlar yapıldığında uluslararası koşullar da buna uygundu.

Türkiye uluslararası siyasette yönünü değiştirdi. NATO üyesi olan Türkiye batı siyasetinin dışına çıkıp, yeni bir siyasi hat oluşturmaya çalıştı. Batı, bu süreçte her zamanki tavrıyla sadece “kaygı” duydu. Hatta arka planda silah ve teknik desteğini sürdürdü.

Ayrıca çok ciddi bir şekilde Avrupa göçmenlerle ‘uğraştırıldı’ ve göçmen akınıyla ciddi anlamda sıkıştırıldı. Avrupa’nın tüm bu dönüşümler ve katliamlara karşı ses çıkarmaması için, Türkiye göçmen akınını bir tehdit aracı olarak kullandı. Dolayısıyla Avrupa’nın ya da genel olarak Batı dünyası Türkiye’ye pek karşı çıkabilecek durumda değildi.

Organize suç örgütü liderliğinden hüküm giyen Alaattin Çakıcı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Albay Korkut Eken’in birlikte çekilmiş fotoğrafı medyaya yansıdı? Bu fotoğraftaki mesaj neydi?

Fotoğrafı gördüğümde doğrudan 91 – 96 ve 75 – 80 dönemleri aklıma geldi.

Bu üç dönem, 2015 sonrasını da hesaba katarak, devletin kurumsal olarak yani idari, askeri ve siyasi  bir bütün olarak paramiliterleştiği dönemlerdir. Bu dönemlerde devlet içerisinde kimi gizli ağlara sahip, aleni ama resmi olmayan çeşitli kişi ve gruplar; mafyayla, ekonomik çevrelerle, siyasetle, devlet içerisindeki askeri ve idari bürokrasiyle oldukça derin bağlantılar kurdular. Normalde devlet elitleri çeşitli dönemlerde bu ağları belli bir strateji çerçevesinde kullanıyor. Ama iç çatışmaların çok yoğun olduğu yukarıda bahsedilen üç farklı dönemde ise bu kişi ve gruplar devletin imkanlarını, kurumlarını, ilişkiler ağını ve en açık ifadeyle devletin kontrolündeki şiddet araçlarını kullanarak, devlet yönetiminde belirleyici olacak pozisyona geliyorlar. Buna devletin paramiliterleşmesi denilebilir. Bahsettiğim üç dönemde de yaşananlar benzerdir.

Alaattin Çakıcı için meclisten af çıkarıldı. Devlet Bahçeli’nin açıklamasından sonra yasanın çıkacağı belliydi. Siyaseten karmaşanın olduğu, ilişkilerin iç içe geçtiği böyle dönemlerde yasalar değil, devlet içerisindeki farklı klikler etkindir. Siyasal ve dini cemaatlerin etkin olduğu böylesine dönemlerde karanlık ilişki ağlarına sahip güçler çok daha görünür ya da etkili hale geliyorlar. Böylesi karanlık ve kriz anlarında devletin sıradan siyasetçisi ve bürokratı nasıl hareket edeceğini bilemeyebilir. Ama fotoğraftaki dört kişi böylesi süreçleri çok daha iyi bilebilir, yönetebilirler. Çünkü böylesi dönemler için eğitim almışlardır.

90’lar dendiğinde Abdullah Çatlı ile olan ilişkileriyle, zorla kaçırılmalar ve kaybetmelerdeki rolüyle Mehmet Ağar akla gelir. Dönemin İçişleri bakanı, emniyet genel müdürü, istihbaratı içerisinde çok etkindir. Tansu Çiller’in en güvendiği isimlerden ve devleti asıl yöneten kişilerden birisidir. Fotoğraf 90’lara ilişkin bir mesajdı. “Siz 90’lara geri mi dönüyoruz diyorsunuz! Ama biz çoktan döndük, hatta ötesine geçiyoruz” mesajıydı. 2014 – 2015’de devlet zaten 90’lara dönmüştü. 90’ları aşan bir noktaya gelindi. Artık yargı da tamamen bu ekibin ellerinde. Fotoğraf buna göndermeydi diye düşünüyorum.

Hamid Bozarslan devletin paramiliterleşmesi için, “birincisi devletin rasyonalitesini yitirmesi ikincisi de toplumun çöküşü bu paramiliterleşmeyi doğuran etkenler” diyor. Aslında tüm bu dönüşümler iç içe geçen süreçlerdir. Böylesine dönemlerde bürokrasi, siyaset, hukuk işini yapamıyor. Aslında devreler demek belki daha uygun, çünkü devre belli zaman aralıkları sonrası mekanizmanın aynı noktaya dönmesi anlamındadır, dolayısıyla bu kısır döngü iradi olarak kırılmadıkça sürekli birbirini tekrar edecektir. Türkiye’nin yüz yıllık tarihi de bu devrelerin bir tarihidir. Ve bu kısır döngünün meşruiyetini sağlayan, devletin bu siyasetini benimseyen Türk toplumdur. Devleti yönetmesi gereken seçilmiş kişiler işini yapamıyorsa, çökmüş bir toplum bunu denetleyemiyorsa, derin devlet ekibi aleni bir şekilde çıkıp bu fotoğrafı çektirecek ve böylesi bir süreçte “devleti biz yönetiyoruz” mesajını verebilecektir.

2015 sonrasında polis sayısında ciddi bir artış ve sonrasında bekçilik adı altında yeni güvenlik ve asayiş birimleri oluşturuldu. Bu gelişmelerin devlet içi çatışma olarak yorumlamak doğru mu? Bunun dışında paramiliter grupların oluşturulması devam ediyor mu?

Polis sayısının arttırılması ve bekçilik kurumunun oluşturulması devlet içerisinde kimi kliklerin birbirlerine güvenmemesi, kendi paramiliter gruplarını oluşturması anlamına geliyor.

Diğer taraftan “Halk Özel Harekat” adında kurumlar kuruluyor. SADAT’ın İç Anadolu başta olmak üzere çeşitli bölgelerde sivillere silahlı eğitimler verdiğinden bahsediliyor. Rojava’daki savaşta yer alan ve daha sonra Libya’ya, Karabağ’a götürülen bir milis grubun ya da grupların olduğunu biliyoruz. Gerek bekçilik, gerek SADAT vb. oluşumlar devlet içindeki güç dengelerinin-dengesizliklerinin sonuçlarıdır. AKP’nin ya da daha açık bir ifadeyle Erdoğan’ın eski devlet elitine karşı kendi güvenlik mekanizmasını böylesi paramiliter gruplarla oluşturmasıdır.

Rojava, Libya ve Karabağ’da kullanılan bu gruplar paralı asker değil mi?

Paramilitarizmin tanımını yaparken genelde iç savaşlarda kullanılan gruplar olarak tanımlamıştım. Paramilitarizm paralı askerlikten farklı bir şey. Çünkü ideolojik anlamda da devletle kurduğu bir bağ vardır paramiliter grupların. Paralı askerlik ise tamamen ekonomik motivasyona dayalıdır.

Türkiye 2015 sonrası Batı Avrupa’dan Libya’ya paramilitarizmi “export” etmeye başladı.  Son dönemlerde Hollanda basınına bir istihbarat raporu yansıdı. Raporda Türkiye’nin Hollanda’daki radikal islamcı grupları ciddi anlamda desteklediği yer almıştı.

Buna dair Avrupa’da da tartışmalar var. “Paramilitarizmin export edilmesi” paramilitarizm literatüründe de yeni bir durum aslında, pek tartışılmayan bir konu. Bununla farklı ülkelerde yaşayan ve kendi fikri dünyalarını benimsemiş  insanları harekete geçirmeyi amaçlıyorlar. Bunu son yıllardaki Türk devletinin yayılmacı siyasetinin bir parçası olarak okumak gerekiyor. Devlet sadece askeri olarak değil, kültür ve de paramiliter gruplar üzerinden de diğer ülkelere etkisini yaymaya çalışıyor.

90’lara nazaran toplumun giderek paramilitarizmin parçası haline geldiği dillendiriliyor.

Bu doğru bir gözlem. Türkiye Cumhuriyeti ulus – devlet olarak yapay-hayali sınırlarla oluşturulmuştur. “Türk Ulusu” dediğimiz, dünyada oluşturulmuş en başarılı uluslardan biri. 1915’lerden itibaren çok fazla Türk olmayan Müslüman nüfus göçlerle yeni devletin sınırları içine dahil edilerek Türkleştirilmiştir.

O yüzden çok eşitlikçi olmayan, korku üzerine kurulu bir ulus kimliği oluşmuştur. Bu kimliğe dahil olduğunuzda kimi haklarınız oluyor. Ama o kimliğe dahil olmuyorsanız, çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıyasınız demektir. Oluşturulan bu “Türk Ulusu” eşitlik ve birlikte yaşama fikrinden oldukça uzaktır. Tamamen bir etnik yapının tahakkümü üzerinden oluşturulmuş, eşitsizliği bir ayrıcalık olarak benimsemiş toplumsal bir yapı söz konusudur. Geç Osmanlıdan yani Türk ulus kimliğinin inşa edildiği ilk zamandan beri böyleydi. 70’lerde de, 90’larda da bu böyleydi.

90’larda toplum sessizsizleştirilmiş ve siyasetsizleştirilmişti. 70’lerde haksızlığa karşı sesi çıkan kesim, paramiliter gruplarla bastırılmıştı. 75 – 80 arasında 5 bin genç öldürüldü. 80’lerden sonraki savaş sürecinde  40 binden fazla kişi (gerilla, sivil Kürt ve Türk güvenlik gücü mensupları) hayatını kaybetti. Kürdistan’daki savaş dünyada örneğine Latin Amerika, Afrika ve Doğu Asya’da karşılaştığımız uzun süreli iç savaşlardan birisidir.

Ama 90’lı yıllarda toplumu savaştan bihaber bırakmak devlet siyasetiydi. Basının durumu dahil koşullar bunun için uygundu. Ama günümüz buna imkan vermiyor. Toplum ya karşıtın ya da destekçin oluyor. 90’larda siyasetsizleştirilen ve sessizleştirilen toplum günümüzde çok ciddi anlamda devlete destek veriyor. Özellikle 2015 sonrası devlet tümden paramiliterleşirken, toplum da paramiliterleşti. 

Paramilitarizm export edilmesinde toplumun rolü var mı?

“Paramilitarizmin export edilmesi” sadece devletin siyaseti veya stratejisiyle değil toplumsal yapıyla, daha açık bir ifadeyle toplumsal rızayla da alakalıdır. Paramiliter siyaset toplumdan ciddi anlamda destek görüyor. Sosyal medyadan da bunu görmek mümkün. Türkiye’de devlet yanlısı vekil, gazeteci, siyasetçi gibi kişilerin sosyal medya paylaşımlarını takip etmek, devletin temel karakterini anlamamızı kolaylaştırıyor. Bu paylaşımlarda ırkçılığı, ölümü ve öldürmeyi kutsamak açık şekilde savunuluyor. İnsanlar TV programlarına çıkıp çok rahat biçimde “2016 yılındaki darbe girişimi sırasında fırsatım olsaydı 50 komşumu öldürürdüm” diyebiliyorlar. Toplumun paramiliterleşmesi tam da budur. Türkiye’deki en büyük sorunlardan birisi toplumun çoğunluğunun devletle benzer hatta aynı zihniyete sahip olmasıdır. Daha da ötesi, birçok konuda toplum devletten daha geri bir yerde. Devlet kurumları bazı konularda uluslararası ilişkiler ve yaptırımların getirdiği kimi çekinceler nedeniyle toplumundan daha “demokratik” olabiliyor. Dolayısıyla devletin yayılmacı siyaseti ve paramiliterlerin rolü, bu zihniyetteki bir toplum tarafından ciddi anlamda destekleniyor.

Yüzyıllık tarih, onlarca katliam... Katliamlardaki sürekliliğin nedeni nedir? Devlet güçlerinin işlediği onca katliam ve insanlık suçu ile neden yüzleşmiyor?

Katliamlardaki sürekliliğin nedenlerinden birisi bu suçun parçası olan toplumun, paramiliter grup üyelerinin ve devlete bağlı silahlı grupların cezasızlık siyasetiyle korunmasıdır.  Öte taraftan yüzyıl boyunca devletin silahlı birlikleri ya da devletle ilişkili silahlı gruplar etnik, dini, sınıfsal birçok gruba yönelik ciddi katliamlar yaptılar. Elbette devletin yüzleşmeyi istememesinin en büyük sebebi, toplumundan aldığı cesarettir. Devlet kurduğu veya desteklediği bir çok paramiliter grubu yönlendirebilir. Ama toplum işlenen onlarca katliamda, destekleyici bir rol almış ve parçası olmuştur. Dolayısıyla devlet toplumu cezasızlıkla cesaretlendiriyor, toplum da devlet ve paramiliter şiddeti destekliyor. Bahsettiğim toplum biçimi devletin reformasyonunu, idari yapısını, hukuk sistemini değiştirmeyi düşünmeyen, aksine buna süreklilik kazandıran bir mekanizmadır.

Toplumsal yüzleşme birkaç sivil toplum kuruluşu ve toplumun küçük bir kesiminin dert edip tartıştığı bir konu. Toplumun ciddi bir kesimi devletin ya da CHP, MHP, İYİ Parti, AKP gibi devletli partilerin arkasında. Türkiye’de Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt soykırımları, alevi pogromları gibi yüzleşilmesi, hesaplaşılması ve adaletin sağlanması gereken birçok katliam var. Fakat buna dair bir hukuki düzenleme, siyasal basiret, toplumsal vicdan maalesef hiç oluşmadı.

Meclisteki partilerin tavrı bu konuda oldukça öğretici aslında. HDP dışında tüm partiler devletin bekası denilen siyasi tutum tartışmalarında ortak karar veriyor. Kurulan yeni partiler meclise girdiği anda, HDP dışındaki partilerle aynı çizgide duruyorlar. Çünkü bu bir zihniyet meselesi. Bunun dönüştürülüp, değiştirilmesi gerekiyor. Bu zihniyetin oluşturulması bir asır sürdü. Yüzleşme ve hesaplaşmayla bir toplumsal onarımı gerçekleştirmek, adaleti sağlamak kaç yıl alır bunu tahmin etmek çok zor.

Toplumsal barış ve bir arada yaşam için “yüzleşmek” neden önemli?

Yüzleşmek devletin geçmişe dair sorumluluğunu kabul etmesi ve hukuk çerçevesinde bunu çözmesi, tazmin etmesidir. Toplumun en küçük hücresinden, toplumun en geniş gruplarına kadar geçmişte yapılanlarla ilgili kendi sorumluluğunu görmesi, bireysel olarak kendisiyle hesaplaşmasıdır. “Ailem, atalarım bu katliamların neresindeydi, ben neresindeyim” diye kendisiyle hesaplaşma sürecidir. 1915 Ermeni Soykırımı’nda Türklerin ve Kürtlerin yani Müslümanların ciddi bir rolü vardı. Evet Kürtler Osmanlı ordusundaydılar ama bir seçim yapabilirlerdi. Trakya Pogromu’nu devletin belli grupları belki yönlendirdi ya da hazırladı. Ama ağırlıklı olarak oradaki siviller pogromun uygulayıcısı oldular. Yahudiler resmen Trakya’dan kovuldular.  1955 İstanbul Pogromu ve 1970’lerdeki Alevi Pogromları da benzerdir. Yüzleşmek birçok insanın elde ettiği ekonomik faydanın, elde ettiği mülkün de sorgulanması anlamına geliyor. Atalarının biriktirdiği sermayenin kaynağının, başkasına ait el konulan mallar olduğuyla da ilgili bir yüzleşme süreci gerekiyor.

Çözümü nerede görüyorsunuz peki?

Çözüm için bir yüzleşmenin gerçekleşmesi, bunun hukuksal güvenceye alınması, bir daha yaşanmaması için eğitim sistemine dahil edilmesi yani adaletin sağlanması gerekiyor. Bir katliam, pogrom, cinayet  üzerinden hakkaniyetli örnek bir yüzleşme süreci gerçekleşirse sanırım arkası gelir. Toplumsal barışı amaçlayan sivil toplum kuruluşlarının, siyasetçilerin, akademisyenlerin ve bir çok gruptan insanın bir olayı öne çıkarıp, onun üzerinden “yüzleşme” dediğimiz onarımı gerçekleştirmeleri bir yol açabilir. Başka türlü bir birini destekleyen iç içe geçmiş devlet ve toplumun sorunlu ve yekpare zihniyetinde bir çatlak oluşturmak neredeyse imkansız.


Son


Üçüncü Bölüm


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Erkek nedir? - Atakan Mahir

Rojava'da Devrim ve Demokratik Komünal Ekonomi - Ferîk Özgür

Devrim ve Kooperatifler: Rojava Ekonomi Komitesi'yle geçirdiğim zaman üzerine düşünceler (I) - Rojava Enternasyonalist Komünü